amerika gazete haberleri haberler
Felsefe

Kendi Çocuğunuz ve Başkalarının Çocukları

Charlotte Perkins Gilman’ın ilk defa 1895’te yayımlanan kısa hikâyesi “Anormal Anne”, çok zor bir karar vermesi gereken bir anneyi anlatır. Esther Grenwood, evinin yukarısındaki vadiye doğru yürürken bir barajın yıkılmakta olduğunu görür. Aşağı vadide yaşayan köylüleri uyarmak için derhal koşmaya başlar. Yolda, içinde kendi bebeğinin de uyumakta olduğu evini geçer. Kendi çocuğunu kurtarmak köylülere zamanında haber vermesini engelleyeceğinden bebeği için durmamaya karar verir. Köylüleri kurtarır ve ardından kendi çocuğunu kurtarmak için döner.

Ancak bunu yapmaya çalışırken boğulur. Çocuğu ise bir şekilde hayatta kalır. Şimdiye dek on üç çocuğu olmuş yaşlı Briggs Hanım, Esther’ın kararını doğru bulmaz ve kendi çocuğunun hayatına öncelik vermediği için onun “anormal bir anne” olduğunu söyler. Briggs Hanım’ın kızı Mary Amelia, Esther’ın bin beş yüzden fazla insan kurtardığını ve bunu yaparken şüphesiz ki hayatı riskte olan pek çok çocuğu da düşündüğünü belirtir. Briggs Hanım, böyle bir düşünceyi ifade ettiği için Mary Amelia’dan utandığını dile getirerek cevap verir: “Bir annenin görevi kendi çocuğunu korumaktadır!”

Bu hikâye, rahatsız edici sorular doğurmaktadır. Olağanüstü koşullar altında bir ebeveynin görevi nedir? Başkalarına olan yükümlülüğümüzün kendi ailemize olanla eşit olduğu veya ondan daha fazla olduğu durumlar var mıdır? Söylemeye gerek bile yok, kendi çocuklarınızı sevmelisiniz. Böyle yapmamak hem yanlış hem anormal olur. Onların ihtiyaçlarını da – beslenmelerini, barınmalarını, giyinmelerini ve eğitimlerini– karşılamalısınız. Ama yüzlerce insanın hayatını kurtarabileceğiniz bir durumda kendi çocuğunuzun hayatını riske atmalı mısınız?

Neyse ki, pek çoğumuz böyle bir durumla hiç karşılaşmayacak. Bizler için esas çıkmaz, çocuklarımızın son çıkan oyuncakları veya havalı markaları alma isteklerini reddetmemizin yanlış ve anormal olup olmadığı ve onları (yeterli ama harika olmayan) devlet okuluna mı yoksa aşırı pahalı olmasına rağmen aşikar şekilde üstün olan özel okula mı yollamamız gerektiğidir. Daha ucuz seçenekleri takip ederek biriktireceğiniz para ile yabancıların hayatını kurtarmak için önemli miktarlarda bağış yapabilirsiniz. Ancak çocuklarınıza olan yükümlülüğünüz her durumda yabancılara olan yükümlülüğünüzden –yabancıların ihtiyaçları ve acıları ne kadar büyük olursa olsun– üstün müdür?

Bu çıkmaz, Zell Kravinsky’i derinden etkilemiştir. Kravinsky, meşgul bir insandı. Philadelphia’daki bir devlet okulunda toplumsal uyumsuzlukları olan çocukları eğitmiş, iki doktora tezi yazmış ve Pennysylvania Üniversitesi’nde Milton üzerine dersler vermiş. Tüm bunlarla uğraşırken gayrimenkul yatırımına da zaman ayırmış ve kırklarının ortasına geldiğinde alışveriş merkezleri ve diğer varlıklardan oluşan 45 milyon dolar ederinde bir portföye sahip olmuş. Ailesinin geçimini sağlaması gerektiğinin bilincinde olan Kravinsky, parasının bir kısmını eşi, çocukları ve ablasının çocukları için emanet fonlarına yatırmış, geri kalanın ise tamamını, başta halk sağlığına odaklanan vakıflara olmak üzere, bağışlamış. Elinde sadece Jenkintown’daki Philadelphia’ya yakın mütevazı aile evini ve hisse ve nakit olarak 80.000 dolar tutmuş. Kendisi için çok az harcama yapmakta. Bir noktada, sahip olduğu tek takım elbise, bir ikinci elciden 20 dolara aldığı bir takım elbise olmuş. Sınıfıma geldiğinde kendisini şöyle ifade etmişti: “Bana tüm paramı, zamanımı ve enerjimi bağışlamam gerektiği son derece açık geliyor.” Aslında, para, zaman ve enerji bağışlamak Kravinsky için yeterli değildi. Her yıl böbrek nakli beklerken ölen binlerce insanı öğrendikten sonra, Philadelphia’da genellikle düşük gelirli Afrikalı-Amerikalılara hizmet veren bir hastaneyle iletişime geçmiş ve bir yabancıya böbreklerinden birini bağışlamıştı.

Kravinsky’nin dediğine göre, eşi Emily, böbreklerinden birini vermesine çocuklarından birinin bir gün böbreğe ihtiyacı olabileceği gerekçesiyle karşı çıkmış: “Bunun ailene karşı yarattığı risk ne kadar küçük olursa olsun,” demiş Emily, “biz senin aileniz ve böbreğini alacak olan kişi ailenden değil.” Pek çok eşin benzer bir tepki vereceği su götürmez. Pek çoğumuz, ailemize karşı olan yükümlülüklerimizi, özellikle çocuklarımıza karşı olanları, her şeyin önüne koyarız. Aileye öncelik vermek doğal ve çoğu durumda doğru gelir. Fakat Kravinsky farklı düşünüyordu. Ona göre, “Aileye olan kutsal bağlılık, tüm açgözlülüğün ve bencilliğin rasyonelleştirilmesidir. Kimse ‘Tütün fabrikası için çalışıyorum çünkü parayı seviyorum.’ demez. Herkes ‘Yani, aslında yapmaktan nefret ediyorum ama çocuklarım için para biriktirmem lazım.’ der. Her şeyin bahanesi bu şekilde uydurulur.”

Kravinsky’nin altruistliği, özellikle de böbrek bağışı, öğrencilerimi tedirgin etti. Kravinsky onlara böbrek bağışlama sonucu ölmenin 4000’de 1 gerçekleşen bir olay olduğunu ve dolayısıyla böbrek nakli yapılmadığında ölecek birinden böbrek sakınmanın kendi hayatına bir yabancının hayatından dört bin kat fazla değer vermek anlamına geldiğini anlattı. Bu oran, Kravinsky’nin deyimiyle, “tiksindirici” idi.

Bazı öğrenciler, Kravinsky’nin anlattıklarına şüpheyle yaklaştı ve böbrek nakli sırasında bir şeylerin ters gitme oranının 4000’de 1’den daha yüksek olabileceğini savundu. Buradaki risk tam olarak nedir öyleyse? Böbrek donörleriyle yapılan bir araştırma, ameliyat sırasında ölme riskinin 3225’te 1 olduğunu ortaya koydu. Ancak ölenlerin çoğunda hipertansiyon vardı. Hipertansiyonu olmayan donörlere bakıldığında oranın 7500’de 1 olduğu görüldü. Bu, Kravinsky’nin tahmininden bile düşük bir oran. Bu araştırma, böbrek donörü olmanın uzun vadede ölüm riskini artırdığına dair bir işaret de bulmadı. Başka bir grup araştırmacı, önceki 52 araştırmadan 118.426 donörün verisini toplayarak böbrek bağışlamanın sağlığa uzun vadedeki etkisini inceledi. Böbrek vermelerinin ardından hamile kalan kadınların vermeyenlere kıyasla daha büyük bir pre-eklampsi riski taşıdığını ve genel olarak tüm donörlerin de donör olmayanlara kıyasla daha büyük bir son aşama böbrek yetmezliği riski taşıdığını buldular.

Fakat nihayetinde, bu sonuçların taşıdığı risk hâlâ düşüktü ve araştırmada, böbrek bağışının genel olarak ölüm riskini artırdığına veya sağlığa zararlı psiko-sosyal etkileri olduğuna dair delil bulunamadı. Hatta, profesyonel Amerikan futbolu oynamanın hem kısa hem uzun vadede böbrek bağışlamaktan fazla tıbbi risk yarattığı belirtildi. Yine de, alıcı açısından, operasyonun başarısının kesin olmadığını belirtmek gerekir. Yaşamakta olan bir donörden bir böbrek alanların %5’i operasyondan sonra bir yıl içerisinde ölmektedir. Bu, risk/yarar oranında küçük de olsa bir fark yaratmaktadır.

Fakat, diğer öğrenciler kendilerini sorgulamaya daha açıktılar: “Belki,” dediler, “kendi yaşamıma bir yabancının yaşamından dört bin kat daha fazla değer veriyorum.” Bazıları bunu düşünerek yaşamakta bir sorun görmedi. Birkaçı ise ciddi bir şekilde böbrek bağışlamayı düşünmeye başladı. Efektif altruizm dersimi almasının ardından bir böbreğini bağışlayan birini ve çalışmalarımı okuduktan sonra böbrek bağışlama kararı alan başka dört kişiyi biliyorum.

Modern tıp biliminin faydalarını en çok ihtiyacı olanlarla buluşturmayı amaçlayan bir organizasyon olan Sağlık Ortakları’nın (Partners in Health) kurucu ortaklarından Paul Farmer da ailesine duyduğu sevgiyle yabancılara karşı hissettiği şefkat arasında bir çatışma hissediyor. Farmer, üniversiteden mezun olduktan sonraki bir yılını Haiti’de geçirdi. Bunun bir sebebi parasının orada uzun süre yeterli olacağını bilmesiydi. Bir Haiti hastanesinde gönüllü olarak çalışırken yine orada bir yıl boyunca çalışmış ve Amerika’ya dönmek üzere olan bir doktorla arkadaş oldu. Farmer, ona Haiti’yi bırakmanın zor olup olmayacağını sordu.

Doktor şöyle cevap verdi: “Dalga mı geçiyorsun? Sabırsızlanıyorum. Burada elektrik bile yok. Buranın koşulları baştan aşağı acımasız.” Farmer tekrar sordu: “Ama burada olanları unutamamaktan korkmuyor musun? Burası hastalık dolu.” Doktor, Amerikalı olduğunu ve eve döndüğünü söyleyerek cevapladı. Farmer, günün geri kalanında doktorun cevabının ne anlama geldiğini düşündüğünü söylüyor: “Amerikalıyım demek ne anlama geliyor?” Amerikalı olmanın nasıl olup da Haiti’de tıbbi bakımsızlıktan ölen onca insanı unutabilmeyi sağladığına hayret etmişti. Farmer, o an kendisinin de bir doktor olması gerektiğinin farkına vardı.

Farmer, tıp doktorluğunu almak için 1984’te Harvard’ta okumaya başladı. Ancak düzenli aralıklarla Haiti’ye döndü ve Haiti standartlarında bile fakir olan Cange şehrindeki halk sağlığı problemleriyle ilgili araştırmalar yaptı. Bu süreçte, Boston’ın en büyük hayırseverlerinden olan Tom White ile tanıştı.

Farmer, durumu kendisi görsün diye White’ı Haiti’ye getirdi ve White, kısa sürede Sağlık Ortakları’nın kurulmasına ve ilk zamanlarında finansal olarak ayakta kalmasına yardımcı oldu. 1993’te MacArthur Vakfı, Farmer’a 220.000 dolar değerinde “dahi hibeleri”nden birini layık gördü. Bu hibe esasında tamamen kendisine aitti ama o hepsini Sağlık Ortakları’na bağışladı. Tıp eğitimini bitirdikten sonra Harvard’ta (tıbbi antropoloji), Brigham’ta ve Boston’daki Kadın Hastanesi’nde (bulaşıcı hastalıklar) çalıştı. Faturalarını ödeyecek kadar parayı kendine ayırdıktan sonra geri kalan tüm maaşını, ödüllerini ve ek ders ücretlerini yine Sağlık Ortakları’na bağışladı. Boston’da bekar olduğu süre boyunca Sağlık Ortakları’nın merkezlerinden birinin bodrumunda uyudu. Cange’deki evi o kadar basitti ki sıcak suyu bile yoktu.

Farmer, Haiti’deyken bazen saatler boyu süren yürüyüşlere çıkıp yollardan çok uzakta yaşayan hastaları görmeye giderdi. Bunu yapma konusunda ısrarcıydı çünkü onlar için bu kadar zaman ve efor harcamamanın o hastaların hayatlarının diğerlerinden daha önemsiz olduğuna inanmak anlamına geldiğini düşünüyordu. Derme çatma kulübeler ve eksik beslenen bebeklerle dolu Haiti’den kilo verme çabaları hakkında konuşan iyi giyimli insanlarla dolu, yalnızca 700 mil uzaktaki Miami’ye uçan Farmer, gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkelerin arasındaki bu zıtlık konusunda öfkeliydi. Onu en çok sinirlendiren şey, yıllar önce Haiti’yi terk eden Amerikalı doktorla ilgili sinirlendiği şeyle aynıydı: “İnsanlar bunları nasıl umursamayabilir, silebilir, hatırlamayabilir?”

Farmer, Cange’deki okul müdürünün kızı Didi Bertrand ile evlendi ve 38 yaşındayken Catherine isimli bir kızı oldu. Farmer, bir keresinde kliniğinde doğum esnasındaki komplikasyonlardan ötürü bir annenin çocuğunu kurtaramamasının ardından ağlamaya başlamış. Özür dileyerek klinikten dışarı çıkmış. Kendi kendine neden böyle duygusallaştığını sorduğu zaman, ağlama sebebinin Catherine’i ölen bebek yerine koyması olduğunu fark etmiş. “Yani, kendi çocuğunu diğer çocuklardan fazla mı seviyorsun?” diye sormuş kendisine. Bu, Farmer’ı rahatsız etmişti çünkü tedavi ettiği çocuklara karşı tam empati beslediğini düşünüyordu.

Diğer çocukları kendi çocuğu gibi sevememesini bir “empati eksikliği” olarak görüyordu. Farmer’ın biyograficisi Tracy Kidder, bu fikre meydan okudu ve Farmer’a şöyle diyen insanlara nasıl cevap vereceğini sordu: “Herkesten farklı olduğun ve diğer çocukları kendininkiler kadar sevebileceğin fikrine nereden vardın?” “Bakın,” diye cevapladı Farmer, “dünyadaki tüm büyük dini gelenekler, ‘Komşunu da kendin gibi sev’ der. Benim buna cevabım ise, ‘Kusura bakmayın. Yapamıyorum. Ama çabalamaya devam edeceğim.’” Sık sık seyahat eden ve ailesinden uzakta olan Farmer, bu çabanın bir parçası olarak yanında hem Catherine’nin hem de aynı yaşlardaki, eksik beslenmeden muzdarip Haitili bir çocuğun fotoğrafını taşıyor.

Bir defasında, Farmer eşini ve çocuğunu ziyaret ettiğinde Kidder da oradaydı. Ailesi o zamanlar Paris’te yaşıyordu; Didi, Fransız köle sahiplerinin arşivlerinde atalarının çektiği çileleri araştırıyordu. Kidder, Farmer vardıktan kısa süre sonra yaşanan duygusal bir andan bahseder. Didi, Sağlık Ortakları’nın gerçekleştirdiği bir tüberkülozla mücadele programı sebebiyle Farmer’ın yakında Moskova’ya gitmesi gerektiğini biliyordu ve ona ne zaman yola çıkacağını sordu. “Yarın sabah,” diye cevapladı Farmer. Didi, açıkça üzgün bir hâlde iç çekerken Farmer da iki eliyle kendi ağzını kapıyordu. Kidder, şöyle yazmaktadır: “O an ilk defa onun için kelimelerin kifayetsiz kaldığını gördüm.” Farmer’ın ailesiyle istediği kadar zaman geçirmemesinin sebebi şu düşünceydi: “Eğer bu kadar sıkı çalışmazsam ölmek zorunda olmayan biri ölecek.” İnsanların tedavisi olan hastalıklardan ötürü ölüyor olduğu gerçeğini bir türlü kabullenemiyordu. Ona göre, bu bir günahtı. “Yoksullar için ne kadar çalışırsak çalışalım az gelecektir,” diyordu. “Eksikliklerimizi kapatmak için çırpınmaktan fazlasını yapmıyoruz.”

Farmer gibi Kravinsky de kendi çocuklarını her ebeveyn kadar sevdiğinde ısrar ediyor. Ben de ona inanıyorum. Nihayetinde, onlar için emanet fonları ayırarak onları kendi altruizminden korudu. Fakat, kendisine göre, babalığından ötürü hissettiği sevgi, kendi çocuklarının hayatına başkalarının çocuklarının hayatından binlerce kat fazla değer vermesini gerekçelendiremez. The New Yorker’da kendisi hakkında bir makale yazan Ian Parker tarafından kendi çocuklarına duyduğu sevginin başkalarınınkilere duyduğu sevgiye oranını hesaplaması için sıkıştırılınca Kravinsky şöyle cevap verdi: “Çizgiyi tam olarak nerede çekerdim bilmiyorum. Ancak kendi çocuklarım yaşasın diye birçok başka çocuğun ölmesine göz yumamam.” Sonra, şunu ekledi: “Çocuklarımdan biri rahat etsin diye başka iki çocuğun ölmesi gerektiğini düşünmüyorum. Çocuklarımdan biri yaşasın diye başka iki çocuğun ölmesi gerekmesi hakkında ise ne diyeceğimi bilmiyorum”.

Parker, kurgusal Briggs Hanım’a Kravinsky hakkında ne düşündüğünü soramazdı. Fakat buna en yakın şeyi MIT’de bir felsefeci olan Judith Jarvis Thomson’da buldu. Thomson, şöyle bir yorum yapmıştı: “Kendi çocuklarımın hayatına diğerlerinin hayatından fazla önem vermiyorum diyen biri kesinlikle sorunlu bir ebeveyndir; bir ebeveyn olarak yapması gerekeni (bu fayda maksimizasyonu olsa da olmasa da) yapmıyordur”. Aslında Kravinsky, kendi çocuklarının hayatına daha fazla önem vermediğini hiç söylemedi. Lakin bunu söylemeye pek çok insandan fazla yaklaştı. Bu, onu sorunlu bir ebeveyn mi yapar? Çocukların kendilerini seven ebeveynlere ihtiyacı vardır. Ebeveynlerinin kendilerini koruyacağını ve onlarla birlikte kalacağını hissetmeleri gerekir. Çocuklar, babalarının başkalarının çocukları yaşasın diye kendilerinin ölmesine izin vereceğini öğrenmekten rahatsızlık duyabilirler. Ancak literatür, ebeveynlerin çocuklarıyla bir geniş ölçekli ahlaki zorunluluk arasında seçim yapmasını gerektiren örneklerle dolu. Bu örnekleri incelerken

ebeveynlerin her zaman kendi çocuklarına öncelik vermesi gerektiğini varsaymayız. Bunu varsaysaydık Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’da anlatılan İbrahim’in oğlunu Tanrı’nın emirlerine uymak için kurban etmeye hazır olmasının nasıl takdir edilebileceğini görmek zor olurdu. Antik Yunanlılar da bir babanın çocuğunu çoğunluğun iyiliği için feda etmek zorunda olabileceğini düşünmüştür. Euripides’in oyunu Iphigeneia at Aulis’te bir Yunan filosu Truva’ya yelken açmak için hazır bekler ama tanrıça Artemis, Yunan kralı Agamemnon kızı Iphigeneia’yı kurban etmedikçe gerekli rüzgarı sağlamayı reddeder. Agamemnon, çocuklarını sevdiğine yemin eder: “Ancak deliler sevmez.” Fakat yine de kızına şöyle der: “Ben ne istersem isteyeyim, Yunanistan beni seni kurban etmeye zorluyor”. Klasikler literatüründe Agamemnon’un bu kararına İbrahim’in Yaratılış’taki kararından fazla şüpheyle yaklaşılmıştır çünkü Yunanlıların gözünde Truva Savaşı, İncil’in yazarları gözünde Tanrı’ya uymanın önemli olduğu kadar önemli değildi.

Bir annenin çocuğunu kurtarmak için yapabileceklerinin sınırları, Joseph Kanon’ın daha yakın bir tarihi işlediği romanı İyi Alman’da (The Good German) irdelenmiştir. Romanda, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Renate Naumann isimli Alman Yahudi bir kadın rezil bir Greifer, yani Yahudi değilmiş gibi yaşayan Yahudileri tespit eden kişi olarak, Nazilerle işbirliği yapmaktan yargılanır. Roman ilerledikçe bu görevi kabul etmemiş olsaydı veya yeterince insanı ispiyonlamasaydı kendi hayatının ve yaşlı annesinin hayatının risk altında kalacağını öğreniriz. Ancak bunun yaptıklarının bahanesi olamayacağını düşünürüz. Sonra, sürpriz bir gelişme olur. Naumann’ın Nazilerden gizlenen ve onsuz hayatta kalamayacak bir oğlu olduğunu keşfederiz. Bu durum, onun Nazilerle olan işbirliğini kabul edilebilir kılmakta mıdır? Kendi oğlunun hayatını yabancıların hayatının önüne koymasaydı sorunlu bir ebeveyn mi olurdu?

İnsanların kınanmayı, görmezden geldiklerinden çok eylemlerinden dolayı hak ettiklerini düşünmeye eğilimliyizdir. Bu, çocuğunu kurtaran Naumann’ı kınamaya Esther Greenwood’un durumunda kalıp da çocuğunu kurtarmayı seçen bir kadını kınamaktan neden çok daha hazır olduğumuzu açıklayabilir. Yine de, Renate Naumann’ı kınıyorsak çocuğumuzu kurtarmak için yapabileceklerimize bir sınır çekiyoruz demektir. Durum böyleyse, kendimize bu sınırın kendi çocuklarımızı yaşatmak için diğerlerinin çocuklarının ölmesine izin vermemiz sonucu aşılıp aşılmadığını sormamız gerekir.

Bana göre, ne Esther Greenwood, ne Zell Kravinsky ne de Paul Farmer sorunlu bir ebeveyn. Hepsi çocuklarını seviyor ve korumak istiyor. Onları özel yapan şey, diğerlerinin ihtiyaçlarının onları pek çok insanı etkilemediği gibi etkilemesidir. İbrahim ve Agamemnon gibi, verdikleri kararlar onlara ızdırap yaşatmaktadır. Üstelik aynı kararları insanların çoğu sadece hisleriyle hareket

ederek, diğerlerinin ihtiyaçlarıyla empati kurmadan ve daha tarafsız bir bakış açısı benimsemeye çalışmadan vermektedir. Nihayetinde, eşinin endişelerini dindirmek ve çocuklarından uzak kalmamak için Kravinsky, gayrimenkul işine geri döndü, daha fazla para kazandı ve ailesine daha büyük bir ev aldı. İş ciddiye bindiğinde o da “normal bir baba” olmuş ve ailesini bir arada tutmayı tercih etmişti. Onun bile kişisel çıkar normunun gücüne direnemediğini söyleyebiliriz. Normu kendisi kabullenmese bile, normun ailesi üzerindeki gücü ailesine karşı beslediği özel sevgiyle birleşince onu tüm hayatlara eşit değer vermekten alıkoydu.

Ahlaki açıdan Farmer’ın kendisinden beklentileri aşırı talepkâr olsa da, diğerlerinden beklentileri gerçekçiydi. Onu öğrencilerle konuşurken, çok sayıda insanın dikkati üzerindeyken dinledim. Dinleyicilerin pek çoğu tutkulu hayranlar –hatta kahraman tapıcılarıydı. Fakat onlara asla kendisinin yaptıklarını yapmalarını söylemedi. Kendisi hiç tatile çıkmasa da Sağlık Ortakları’nda çalışanları arada tatile çıkmaları için cesaretlendirdi. Lüks harcamalar yapmasa da yapanları ayıplamadı. Yoksullar için de bir şeyler vermeleri onun için yeterliydi.

Sağlık Ortakları’nın kurucu ortaklarından olan Jim Kim’in Tracy Kidder’a söylediği gibi, belki de böyle yapmasının sebebi “insanların ondan ilham almasını sağlamaktı.” Kim, şöyle devam etti: “Kimseye onun gibi olmaları gerektiğini veya olabileceklerini söyleyemeyiz. Çünkü eğer yoksulların iyi sağlık hizmeti alabilmek için Paul gibi bir sürü insanın gelmesini beklemeleri gerekiyorsa hapı bütünüyle yuttular”. Bu, diğer insanların yardıma gelebilmesi için standartlarımızı onların karşılayabilecekleri kadar aşağı çekmemiz gerektiği anlamına gelmektedir.

Sosisli sandviç üreticisi Oscar Mayer’ın torununun oğlu olan Chuck Collins, Amerikalıların en zengin %1’lik kesiminin bir üyesi olarak dünyaya geldi. 16 yaşında, Mayer ailesinin servetinin bir kısmının kendisine miras kalacağını öğrendi. Detroit’in varlıklı mahallelerinden birinde büyüdüğünden aynı şehirde yaşayan diğerlerinin hayatlarının kendi hayatından ne kadar farklı olduğunun bilincindeydi ve durumun adaletsizliğini hissediyordu. Servetinin büyük bir kısmını çocuk sahibi bile olmadan önce bağışladı. İnsanlar ona şöyle diyordu: “Sorun yok, konu kendi hayatın olunca pervasız olabilirsin. Ama çocuklarına bunu yapmamalısın.”

Collins, buna cevap olarak ebeveynlerin sürekli çocukları için belirli kararlar verdiğini ve çocuklarına hiç miras bırakmamanın da bu kararlardan biri olduğunu söylüyordu. “Benim çocuklarım nesiller arası istikrarın, eğitim imkanının, finansal okuryazarlığın ve basitçe beyaz olmanın getirdiği avantajlarla büyüyecekler,” diyordu Collins, “ama herhangi bir miras almayacaklar.” Collins’in çocuklara miras bırakmanın kötü bir şey olduğuna dair sıkı inancı, Sorumlu Servet’in (Responsible Wealth) kurucu ortaklığını yapmasının temel sebeplerinden biri oldu. Bu organizasyonun amacı, ABD’deki en zengin %5’lik kesimden daha fazla vergi alınması ve bu sayede vergi adaletinin sağlanması için kampanyalar

yürütmekti. Collins, bugünlerde Poliçe Araştırmaları Enstitüsü’nde Kıdemli Araştırmacı olarak çalışmakta ve enstitünün Eşitsizlik ve Kamu Yararı üzerine olan programının yöneticiliğini yapmaktadır. Aynı zamanda, Bill Gates Sr. ile birlikte Servet ve Ulusumuz (Wealth and our Commonwealth) isimli, mirasla devralınan servetin vergilendirilmesi gerektiğini savunan bir kitabın yazarlığını yapmıştır. Collins, yakın ailemizi güvence altına almamız gerektiğini kabul ediyor, fakat şunu da ekliyor: “Güvence altında olduklarından emin olunca yardım sağlayacağımız çevreyi genişletmemiz gerekir. Daha geniş bir aileymişiz gibi hareket etmek radikal bir fikir olabilir ama eğer aynı gemide olduğumuzu fark etmezsek bir toplum olarak sorun yaşarız”.

Bu makul bir yaklaşıma benziyor. Üstelik insan doğasıyla da korkunç şekilde çatışma içinde durmuyor. Fakat “güvence altında olmak” çok muğlak bir kavram. Öğrencilerim genellikle bana ailelerinin onları Princeton gibi pahalı bir üniversiteye göndermelerinin yanlış olduğunu düşünüp düşünmediğimi soruyor (finansal yardım almamaları durumunda 2019-20 için Princeton 73.450 dolar tutuyor). Ben buna elit bir üniversiteye bu kadar ödemenin ancak tek bir çocuğun değil pek çok başka insanın da geleceği için bir yatırım olarak düşünüldüğünde gerekçelendirilebilir olduğunu söyleyerek yanıt veriyorum.

Seçkin bir eğitim, öğrencilere dünya için normalde yapabileceklerden çok daha fazlasını yapmalarını sağlayacak becerileri, nitelikleri ve anlayışı kazandırmaktadır. Bu özelliklere sahip ne kadar fazla insan olursa dünya için o kadar iyi olur. Princeton’da okumak yüksek maaşlı işlere giden kapıları açmak dışında bir şey yapmıyor olsa bile diğerleri için bir fayda haline gelebilir. Mezun olmanın ardından maaşınızın bir kısmını yoksullara yardım eden organizasyonlara verme konusunda kararlı olduğunuz ve yüksek maaşlı meslektaşlarınıza da bu fikri yaydığınız müddetçe diğerlerine hâlâ faydalı olabilirsiniz. İşin tehlikesi, meslektaşlarınızın sizi BMW’den daha ucuz bir şey sürmemeniz ve şehrin en pahalı yerindeki en büyük evlerden birinde yaşamanız gerektiği konusunda ikna etme olasılığıdır.

Paul Farmer, Kidder ile diğer çocukları kendi kızı kadar sevememesi hakkında konuşurken şöyle bir yorumda bulunmuş: “Sorun şu ki, durumumu herkes anlıyor, cesaretlendiriyor ve hatta övüyor. Fakat esas zor olan şey yapamadığımı yapmaktır”. Farmer elbette haklı. Yabancıların çocuklarını kendi çocuklarınız kadar sevmek çok daha zordur. Yine de, bir toplum olarak ebeveynlerin kendi çocuklarını sevmelerini ve onlara bakmalarını cesaretlendiriyoruz çünkü mutlu ve psikolojik olarak sağlıklı çocuklar yetiştirmenin yolu bu. Bunu yapmanın daha iyi bir yolu yok. Bazı ütopik topluluklar aile bağlarını bütün topluluğa duyulan bir bağlılık etiğiyle değiştirmeye çalıştı ama bu çabaların Israil’deki kibbutz gibi en parlak olanları bile ebeveynler ve çocukların arasındaki bağların bastırılamayacak kadar güçlü olduğunu gördü. Ebeveynler, gizli gizli çocuklarının kaldığı evlere girer ve onlara sarılırlardı.

Dahası, bazı araştırmalar, komünal yetiştirilen çocukların derin duygusal bağlılıklar kurma konusunda sıkıntı çektiklerini ortaya koydu. Kibbutz, yavaş yavaş çekirdek aile fikrini geri getirdi ve çocukları ebeveynlerinden kolektif olarak ayırma fikrinin bir başarısızlık olduğunu kabullendi. Bu, Farmer ve Kravinsky’nin neden ideal bir ebeveyn olmakla tüm insanların hayatına eşit değer vererek hareket etme fikri arasında o kadar şiddetli bir çatışma içerisinde kaldığını açıklıyor. Bu, gerçek ve çözülemez bir çatışma. Bu ikisi arasında her zaman bir gerilim olacak. Ebeveynlerin kendi çocuklarını yabancıların çocuklarından fazla seveceğini ve sevmesi gerektiğini ve bu sebeple de kendi çocuklarının temel ihtiyaçlarına öncelik vereceklerini kabullenmeyen hiçbir yükümlülük ilkesi genelgeçer olmayacak. Ancak bu, ebeveynlerin diğerlerinin temel ihtiyaçlarını karşılamak yerine kendi çocuklarına lüks bir yaşam sağlamaları için bir gerekçe olamaz.

Kurtarabileceğin Hayat
Küresel Yoksulluğu Sona Erdirmek için Payına Düşeni Yapmanın Yolları

Yazar: Peter Singer
Türkçeye aktaran: Mete Han Gencer

Umut Güner

Tarihçi yazar Umut Güner, Ortaçağ Tarihi, Siyaset ve İktidar Felsefesi ile Politik Kuramlar alanlarında ihtisas çalışmaları yürütmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu