amerika gazete haberleri haberler
Felsefe

Bağış Kültürü Yaratmak

İnsan psikolojisinin aşırı yoksulluk durumundaki insanlara, özellikle de eğer kişi olarak dikkatimizi çekmiyorlarsa, daha az olasılıkla yardım etmemize sebep olan çeşitli özelliklerini gördük. Bunların etkisini azaltan, yardım etme isteğimizi en fazla iyiliği ortaya koyacağımız şekilde arttıran bir bağış kültürü yaratarak bu özelliklerle savaşabilir miyiz? Evet, bunu yapabiliriz! Yapabileceğimizi gösteren yaklaşımlardan bazılarını görelim.

Bağışınızı Herkese Açık Bir Hâle Getirmek

Adalet duygumuz, diğerleri bağış yapmadığı zaman bağış yapmamızı daha az olası hâle getiriyorsa, bu ayrıca şu anlama da gelir: Diğerlerinin de halihazırda doğru şeyi yaptığını düşünürsek, bunu yapma olasılığımız çok daha yükselir.1 Daha spesifik olarak, “referans grubumuzda” kendisiyle özdeşleştiğimiz kişilerin yaptıklarını yapma eğilimindeyiz. Ve araştırmalar, insanların hayır kurumlarına bağışladıkları miktarların, diğerlerinin ne kadar bağışladığına yönelik inançlarıyla orantılı olduğunu gösteriyor.

Psikolog Jen Shang ve Rachel Croson, Amerikan halk radyo istasyonunda insanların telefonla arayarak bağış yapabileceği bir yardım kampanyası başlattılar. Amaçları şuydu: telefon aramasını yanıtlayan kişi eğer yakın zamanda arayan kişinin belirli bir meblağı bağışladığından bahsederse, arayanların bağışladığı miktarın değişip değişmediğini test etmek. Genel olarak bağışlanan miktarın üst ucuna yakın bir rakamdan bahsedildiğinde (kesin olmak gerekirse, yüzde doksanlarda) arayanların, bu bilgiden habersiz bir kontrol grubundan önemli ölçüde daha fazla bağış yaptığı sonucunu buldular. Etki, şaşırtıcı bir şekilde kalıcıydı: Kendilerine başka bir üyenin ortalamanın üzerindeki bağışından bahsedilen bağışçıların, gelecek yıl üyeliklerini yenileme olasılıkları iki kat fazlaydı. Bu bilgiyi posta yoluyla alanlar da aşağı yukarı aynı şekilde tepki verdiler.

Benzer bir etki İsveç’teki bir üniversitede yapılan bir araştırmada da gözlemlendi. Bazı öğrencilere, o okula kayıtlı öğrencilerin %73’ünün Uganda’daki çocuklara yardım eden bir hayır kurumuna katkıda bulundukları söylendi. Sadece bu bilgi, bağış yapan öğrenci sayısını %43’ten %79’a çıkardı. Sadece kendi üniversitelerindeki öğrencilerin değil, İsveç’teki bütün öğrencilerin %73’ünün bağışta bulunduğunu söylemek de bağış yapan öğrenci sayısını arttırdı, fakat sadece %60’a çıkardı. Bu yüzden, en azından İsveçli öğrenciler için, yerel normların ulusal normlardan daha büyük bir etkisi vardı. Diğer bir yandan farklı bir araştırma ise, başka birinin bir hayır kurumu için kaç saat gönüllü olduğu hakkında bilgi vermenin, kişinin gönüllü olmaya istekli olduğu saat sayısı üzerinde hiçbir etkisi olmadığını gösterdi.

Bu araştırmalar, yaptığımız bağış hakkında başkalarına bilgi vermenin, onları da bağış yapmaya teşvik edeceğini gösteriyor; fakat kendilerinin ne kadar harika olduklarından övünen insanlar hakkında güzel düşünmeyiz ve hayır işi için ne kadar bağışladığımızdan bahsetmek kulağa itici gelebilir. Bu endişe Hristiyanlar için daha da artmaktadır, çünkü Matta İncil’inde, İsa’nın kendi takipçilerine, yoksullara bağışta bulunduklarında “ikiyüzlü kimselerin, insanlar tarafından onurlandırılmak için sinagoglarda ve sokaklarda yaptığı gibi” boru çalmamalarını söylediği anlatılır. Bunun yerine İsa, sol elimizin bile sağ elimizin ne yaptığını bilmeyeceği kadar gizlice bağış yapmamızı tavsiye eder. Ve böylece, dünyada ödüllendirilmek yerine cennette ödüllendiriliriz.

İnsanlar sadece “diğerleri tarafından onurlandırılma” arzusuyla (yani cömertlikleriyle itibar kazanmak amacıyla) motive oluyorlarsa, bu kişilerin gerçekten cömert olmadıklarını ve kimse görmediğinde cömert olmayacaklarını düşünmek doğaldır. Aynı şekilde günümüzde, insanlar çok fazla gösteriş ile büyük meblağlar bağışladıkları zaman asıl niyetlerinin hayırseverlikleriyle sosyal statü kazanmak ve ne kadar zengin ve cömert olduklarına dikkat çekmek olduğundan şüphelenebiliriz. Ama bu gerçekten önemli midir? Paranın “saf” niyetlerle veriliyor olmasındansa, hayır işine gidiyor olması daha önemli değil midir? Ve eğer bağışta bulunurlarken, boru çalmaya eşdeğer bir şey yaparak diğerlerini de bağışta bulunmaya teşvik ediyorlarsa, bu daha iyi değil midir?

Bağışları gizli tutmanın tek savunucusu İsa değildi. 12. yüzyıl Yahudi düşünürü Musa bin Meymun (Maimonides), yardım yapmanın farklı yollarını kendi içerisinde sıraladığı ünlü “yardım basamakları”nı oluşturdu. Musa bin Meymun için, bağış yapılan kişinin bağışçıya borçlu hissetmemesi veya bağışı kabul etmeye ihtiyacı olduğu için toplum tarafından küçük düşürülmemesi önemliydi. Bu yüzden, bağışı yapan kişinin bağışı alan kişiyi veya bağışı alan kişinin bağışı yapan kişiyi bildiği durumlarda bağışta bulunmak, anonim bir şekilde ve yardımcı olunan kişiyi bilmeden bağışta bulunmaktan daha düşük basamaktaydı. Yardımların yerel çaplı olması, endişeyi daha anlaşılır hâle getiriyordu: bağışçı ve ihtiyaç sahibi aynı toplulukta yaşıyordu ve günlük yaşamda yolları kesişebilirdi. Fakat küresel bir hayırseverlik çağında, ihtiyaç sahibinin belirli bir bağışçıya karşı borçluluk duygusuyla dolması riski çok daha az önemlidir ve bir bağış kültürü yaratmanın önemi buna ağır basar.

Shakespeare Tiyatro Şirketi’nin Washington D.C.’deki yeni binasının açılış performansına katılan New York Times tiyatro eleştirmeni Charles Isherwood’un da gözlemlediği gibi, herkesin yapılan bağışlardan haberdar olmasını sağlamak, gerçekte aşırıya kaçabilir. Bu örnekte, binanın ismi Sidney Harman Hall’dır (Sidney Harman Sanat Merkezi), fakat isimlendirme bu kadarla bitmez:

Arlene ve Robert Kogod Lobisinden geçerek içeri giriyorsunuz. Oradan, Morris ve Gwendolyn Cafritz Vakfı Batı Büyük Merdiveni veya Philip L. Philip L. Graham Fonu Doğu Büyük Merdiveni’nden birini seçerek orkestra katına çıkabilirsin… . Perdenin açılmasından önce bir şeyler içmek için vaktin varsa, James ve Esthy Adler Orkestrası Batı Terası’nın veya kendi sesini daha az duyacağın Amerikan Havayolları Orkestrası Doğu Terası’nın yakınlarında oyalanabilirsin. Bir de, performansı izlemek için Landon ve Carol Butler Tiyatro Sahnesine girmeden önce pahalı dış giyiminizi Cassidy ile Ortaklarınn Vestiyer Odası’na bırakmayı unutmayın.

Isterwood, bu “hayırsever grafitinin” bir kamu yararı sağlamak amacıyla bağış yapmanın “ideal olan altruist (özgeci) ruhuna” zarar verdiğinden yakınıyordu. (İdeal bir altruist ruha sahip insanların neden dünyanın en zengin uluslarından birinin başkentinde büyük ve yeni bir tiyatro için milyonlar vereceğini sormadı: Bu bir tiyatro eleştirmeni için, fazla ileriye gitmek olabilirdi.) Her halükarda, insanların diğerlerinin daha fazla bağış yaptığına inandıklarında daha fazla bağış yapacağını bildiğimiz için, bağışçıların niyetleri hakkında çok fazla endişelenmemeliyiz. Bunun yerine, bağışlarının miktarı konusunda onları daha cömert olmaya teşvik etmeliyiz. Bunu da, kazandıklarının önemli bir kısmını bağışladıkları zaman başkalarının da aynı şeyi yapma olasılığını arttırabileceklerini bilmelerini sağlayarak yapabiliriz. Hatta, diğerleri de yapacakları bu bağıştan bahsederlerse, uzun dönemde etkinin çok daha güçleneceğinden ve on veya yirmi yıl içerisinde verilen miktarda önemli bir artış olacağından da bahsedebiliriz. Yapılan bağışın halka açık olmasının gerekliliğinin sadece bağış yapan kişiyle alakalı olmadığı, yıllık hane geliri 80 bin doların üzerinde olan Amerikalı bağışçıların %75’inin, kendilerini ortalamanın üzerinde bağış yapıyor sanmaları, fakat gerçekte ise %72’sinin ortalamanın altında bağış yapıyor oldukları gerçeğiyle ortaya çıktı.

Sayıların Gücü: Bağışlar ve Bağış Toplulukları

Toby Ord, 2007’de Oxford Üniversitesi’nde felsefe alanında yüksek lisans yapıyordu. “Kıtlık, Bolluk ve Ahlak” makalemi okudu ve hayatı boyunca diğerlerine ne kadar iyilik yapabileceğini hesaplamaya karar verdi. Öncelikle, kendisi için harcayacağı ve gelecek için biriktireceği paraya mütevazı bir sınır koyarsa ne kadar bağış yapabileceğini hesapladı, sonrasında ise kazandığı her şeyi bağışlarsa toplamda ne kadar bağış yapabileceğini hesapladı. Bir akademisyen olmayı planlıyordu ve Birleşik Krallık’taki akademisyenlerin maaş skalası halka açık olduğundan, her yıl ne kadar para kazanacağına dair tahmini bir hesap yapmak o kadar da zor değildi. Emekli oluncaya kadarki süre için, öngörülen şekliyle yıllık maaşlarının toplamı 1,5 milyon sterlindi, bu da yaklaşık olarak 2,5 milyon dolar değerindeydi. Toby bu rakamın üçte biriyle yaşayabileceğine ve geri kalanını bağışlayabileceğine karar verdi. Daha sonra, insanlara yardım etmenin en uygun maliyetli ve efektif yolunu araştırdı ve bazı düşük gelirli ülkelerde körlüğün yaygın bir nedeni olan trahomu önlemek için yapılan bir tedaviyle karşılaştı.

Tedavi o kadar ucuzdu ki Toby’nin hayatı boyunca vermeyi planladığı 1 milyon sterlin 80 bin kişinin kör olmasını önlemek için yeterli olacaktı. Toby, fazla bir para kazanmadan, sadece mütevazı bir hayat yaşayarak bu kadar çok iyilik yapabileceğine şaşırmıştı. Diğer insanların hayatını daha iyi hâle getirmenin ne kadar kolay olduğunu daha fazla insanın bilmesi gerektiğine karar verdi. Efektif altruizm olarak bilinen akımı destekleyen yeni organizasyon dalgasının ilki olan Giving What We Can’i kurdu. Organizasyon, üyelerinden gelirlerinin en az %10’unu etkili hayır kurumlarına bağışlamak için taahhüt etmelerini ister. Kuruluşundan on yıl sonra, şu ana kadar toplam 150 milyon dolar bağış yapmış olan ve çalışma hayatları boyunca 1,5 milyar dolardan fazla bağış yapmayı taahhüt eden 4 binden fazla üyesi vardır. Toby ise etkili hayır kurumlarına şu ana kadar 100 bin sterlinden fazla bağış yaptı ve çalışma hayatı boyunca da toplamda 1 milyon sterlin bağış yapmayı hedefliyor.

İnsanlardan, tüm çalışma hayatları boyunca gelirlerinin %10’unu bağışlamayı taahhüt etmelerini isterseniz, bu sözü gerçekten tutarlar mı? Giving What We Can organizasyonu bir topluluk oluşturmayı, taahhütte bulunan kişilerin birbirlerinin bağışta bulunmaya devam etme olasılıklarını artırmanın yanı sıra, mümkün olduğunca efektif bir şekilde nasıl bağış yapacaklarına ilişkin bilgi ve deneyim paylaşımı sağlamanın da bir yolu olarak görmektedir.

Bu kitabın ilk baskısında okuyuculardan ayrıca, efektif hayır kurumlarına Bağış Ölçeğine göre (kitabın bu baskısının İngilizce orijinali için, bununla ilgili ayrıntılar Ek Bölümler kısmındadır), gitgide artan bir gelir vergisi gibi çok para kazananlardan az kazananlara kıyasla gelirlerinin daha yüksek bir yüzdesini vererek bağış yapmaya söz vermelerini de istemiştim. Bir arkadaşım, insanların internetten taahhütte bulunabilmeleri için bir web sitesi kurmama yardımcı oldu ve şaşırtıcı derecede kısa süre içinde 17 binden fazla kişi kaydoldu. Bu proje Bill ve Melinda Gates’e ulaşmış olmalı, çünkü 2010 yılında, çalışanlarından birisi benimle iletişime geçti ve Gates’lerin Warren Buffett ile birlikte, milyarder arkadaşlarından servetlerinin yarısından fazlasını hayırseverlik veya yardım işleri için bağışlamaya yönelik ahlaki bir taahhütte bulunmalarını istemeyi planladıklarını söyledi.

Bana, The Giving Pledge (Bağış Taahhüdü) diye adlandırdıkları yaklaşımlarını desteklemek için bir basın bülteninde yer almak ister miydim diye sordular. Bunun hakkında düşünmeliydim, çünkü The Giving Pledge çok genişti: sadece yoksullara yardım etmekle kalmayıp aynı zamanda bağışçının adını taşıyan bir opera binası inşa etmeyi de içeren “hayırseverlik veya yardım işlerini” kapsıyordu. Gates ve Buffett’in aşırı yoksulluk içindeki insanların hayatlarını iyileştirmeye odaklandıklarını düşünerek, bunun neden taahhüdün bir parçası olmadığını sordum. Bana, taahhütte bulunanların birçoğunun Gatesler ve Buffett tarafından belirlenen örneği takip edeceği umulsa da, bu şartı taahhüdün bir parçası haline getirmenin, taahhütte bulunacak insan sayısını azaltacağından korktukları söylendi. Bu cevabı kabul ettim ve yorumumda, bağış kültürünü değiştirmede topluma açık bir şekilde yapılan taahhüdün önemini vurguladım. The Giving Pledge, 40 milyarder veya milyarder ailenin taahhütte bulunmasıyla 2010 yılında başlatıldı.

Bir medya bülteninde, The Giving Pledge’in milyarderler için tasarlanmış olmasına rağmen “ilhamını, farklı mali olanaklardaki bağışçıların farkında olan ve onları teşvik eden diğer çabalardan aldığı” söylendi. The Pledge, milyarderlerin kendilerinin gerçekten iyi insanlar olduklarını gösterebilecekleri bir liste değildi. The Giving Pledge web sitesi şu anda, taahhüdün bir amacının “hayırseverliğin sosyal normlarını daha fazla, daha erken ve daha akıllıca bağışta bulunmaya doğru değiştirmek” olduğunu belirtiyor. Bu amaçla The Giving Pledge organizasyonu, üyelere uzmanların efektif bağış yapma hakkında konuşmalarını dinlemek ve “zorlukları, başarıları ve başarısızlıkları ve bağış yapma konusunda nasıl daha akıllı olunacağını tartışmak” için bir araya gelme fırsatları sunuyor.

The Giving Pledge, 2019 yılına kadar 23 ülkeden toplamda 204 taahhüt aldı. Taahhütte bulunan kişilere örnek olarak, daha öncesinde söylediğim gibi Bill ve Melinda Gates ve ayrıca şu isimler verilebilir: Laura ve John Arnold, Nicolas Berggruen, Michael Bloomberg, MacKenzie Bezos, Ray ve Barbara Dalio, Ben Delo, Barry Diller ve Diane von Fürstenberg, Larry Ellison, Mo Ibrahim, Carl Icahn, Dustin Moskovitz ve Cari Tuna, Elon Musk, Rohini ve Nandan Nilekani, Pierre and Pam Omidyar, T. Boone Pickens, Azim Premji, David Rockefeller, Sheryl Sandberg, Jeff Skoll, Robert Frederick Smith, Ted Turner, You Zhonghui, ve Mark Zuckerberg ve Priscilla Chan.

The Giving Pledge, bir kişinin akranlarının kamusal eylemlerinin başkalarını bağış yapma ve bunu etkili bir şekilde yapma konusunda nasıl motive edebileceğinin bir örneğidir. Airbnb’nin kurucu ortakları –Brian Chesky, Joe Gebbia ve Elizabeth ve Nathan Blecharczyk– 2016 yılında The Giving Pledge’e katılmaya karar verdiler çünkü zenginliklerine dair artan farkındalıkları onları, paralarıyla ne yapmaları gerektiği konusunda daha açık bir şekilde düşünmeye yöneltti. Chesky, Bill ve Melinda Gates ve Mark Zuckerberg tarafından ortaya koyulan örneklerden ve Buffett’in, zaten zengin olan birisi için artık bir noktadan sonra daha fazla paranın kendisine bir faydasının olmayacağı ama başkalarına inanılmaz faydası olabileceğini söylemesinden etkilendi. Chesky’nin yaptığı bağış konusunda halka açık olmakla ilgili bir sorunu da yoktu: “Her zaman, bağış yapma konusunda halka açık olmanız gerektiğine inandım, böylece değerleriniz ve neyi savunduğunuz konusunda halka çok açık olabilirsiniz.”

Süper zenginler arasından kimlerin en hayırsever olduğunu bilmek istiyorsanız, dünyanın en zenginlerinden oluşan Forbes 400 listesiyle bilinen Forbes dergisinde artık bu cevabı bulabilirsiniz. 2014 yılındaki Forbes 400 Hayırseverlik Zirvesi’nde Bill Gates, Orta Doğulu bir büyük ismin Kuran hakkında yaptığı bir yoruma atıfta bulunarak, birinin hayırseverliğinden bahsetmesinin sebebinin başkalarını da bağışlamaya teşvik etmesi olduğunu söyledi. Bu yaklaşıma uygun olarak, Forbes şimdi zenginler arasında en cömertlerin sıralamasını yayınlıyor.12 Cömertlik sıralamasının varlığının insanları, zenginler listesinin en üstüne yakın olmak için rekabet ettikleri gibi cömertlik listesinin de tepesinde olmak için rekabet etmeye teşvik edeceğini umalım.

Varlıklı bağışçılara ulaşmak ve onlara ilham vermek için oluşturulan bir başka kuruluş olan Founders Pledge, şirketten başarılı bir “satış” sonrasında aldıkları paranın –örneğin başka bir şirkete satıştan gelen paranın– belirli bir yüzdesini (ne kadar olduğunu kendileri seçerler) hayır kurumlarına bağışlamak için yasal olarak uyulması zorunlu olan bir taahhütte bulunan girişim kurucularından ve yatırımcılardan oluşan küresel bir topluluktur. Diğer hayırsever toplulukların da çoğunda olduğu gibi, bağışta bulunabilecekleri farklı konuları ve daha iyi bir dünya inşa etmeye nasıl katkıda bulunabileceklerini tartışmak için bir araya geliyorlar. Bu yazının yazıldığı sırada, 30 ülkeden 1200’den fazla üye, hayır kurumlarına toplamda 708 milyon dolar taahhüt etti ve 91 milyon dolarlık taahhütler hali hazırda gerçekleştirildi. Taahhüt veren girişimciler arasında WeWork ortak çalışma alanının kurucusu ve CEO’su Miguel McKelvey, bir kariyer geliştirme platformu olan The Muse’un CEO’su ve kurucu ortağı Kathryn Minshew, ve sürdürülebilir kültürlenmiş et (yapay et) endüstrisinin ön saflarında yer alan Memphis Meats’den Uma Valeti de bulunuyor.

Oluşumun içerisinde olanlar arasında EA olarak bilinen efektif altruizmin büyümesi, tüm dünyada EA gruplarının oluşmasına yol açtı ve bunların birçoğuyla genellikle bir video bağlantısı üzerinden konuştum. Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda’da, büyük olan her Avrupa ülkesinde ve Abu Dabi, Hong Kong ve Singapur gibi yerlerde, insanların bir araya gelip bu kitaptakiler gibi fikirleri tartışmaları ve bunlara göre hareket etmeleri için buluşma yerleri sağlayan gruplar var. Local Effective Altruism Network (LEAN – Yerel Efektif Altruizm Ağı), mümkün olduğu kadar fazla iyilik yapmak için kendilerine rehber olarak akıl ve bilgiyi seçen 350’den fazla grubu desteklemektedir.14 Efektif Altruizm Merkezi birçok şehirde, dünyanın her yerinden hem efektif hem de altruist olmakla ilgilenen insanları bir araya getiren konferanslar düzenler. Oxford ve Cambridge’den Harvard ve Stanford’a ve Kazakistan’daki Nazarbayev Üniversitesi’ne kadar Efektif Alruizm öğrenci grupları var ve bunlarla da video bağlantısı üzerinden konuştum. Öğrencilerini, mezun olduktan sonra kazanacakları gelirin en az %1’ini küresel yoksulluğa yardım eden efektif, kâr amacı gütmeyen kuruluşlara taahhüt etmeye teşvik eden bir organizasyon olan One for The World, Pennsylvania Üniversitesi’nin Wharton Okulu öğrencileri tarafından başlatıldı. Şu anda ise Harvard, MIT, Stanford, Columbia, Tufts ve Melbourne Üniversiteleri dâhil olmak üzere 15 farklı üniversitede daha sürdürülüyor.

Tek Başına Yapabileceklerin

Benzer düşünen kişilerin desteği, bağış yapmaya başlamayı kesinlikle kolaylaştırır fakat böyle bir destek, bağış yapmaya başlamanız için zorunlu değildir. San Francisco Körfez Bölgesinde araba satış temsilcisi olan Andrei Smith, The Life You Can Save’i okudu ve içerisinde orada olabileceği hiç aklıma gelmemiş olan bir şey buldu: “Pazarlamada olumlu tutumunu korumanın nihai stratejisi.” Strateji, satış yaptığında kazandığı komisyonlarının %5’ini, efektif hayır kurumlarına bağış yapmak için ayırmaktı. Bunu yaparak, yaptığı işteki disiplinini öncesinden daha iyi bir şekilde koruyabildiğini söyledi. Masasına müşterileri bağış yapmak için davet eden “%5’ini sor” diye bir yazı koydu ve şu ana kadar The Life You Can Save’in tavsiye ettiği hayır kurumlarına binlerce dolar bağışta bulundu (Onun favorisi Fistül Vakfı’ydı). Ayrıca, şirket toplantılarında kendi görüşlerini paylaşarak, bağış kültürünün büyümesine de yardımcı oldu. Andrei, “Şimdi ben hem kendim için, hem de diğerleri için satıyorum. Kazandığım her fazladan dolar ben ve ihtiyaç sahipleri arasında bölünüyor. Harika bir duygu” diyor.

Boris Yakubchik, Rusya’da doğdu ve 11 yaşında Amerika’ya taşındı. Yarı zamanlı çalışan bir üniversite öğrencisi olarak, Oxfam ve UNICEF’e aylık olarak küçük miktarlarda bağışlar yapmaya başlamasına ilham veren “Kıtlık, Refah ve Ahlak”ı okudu. 25. doğum günü için bir “BirthdayForCharity” (Hayırseverlik için Doğum günü) sitesi oluşturdu ve arkadaşlarını kendisine hediyeler almak yerine kendi seçtiği bir hayır kurumuna bağışta bulunmaları için teşvik etti. GiveWell’in araştırmasını öğrendiğinde, yaptığı bağışın olumlu bir fark yarattığından daha da emin oldu. Giving What We Can’a katıldı, gelirinin %10’unu hayır kurumlarına bağışlama taahhüdü verdi ve bir süre Rutgers şubesini (gelecekteki eşiyle tanıştığı yer) yönetti. Tam zamanlı çalışmaya başladığı zaman, Bolder Giving (Daha Cesur Vermek) diye adlandırılan bir organizasyona da katıldı ve bir noktada gelirinin %50’sini verdi çünkü Bolder Giving ve What We Can Give’deki insanlar, “yeni bir norm olduğunda, sıçramayı yapmanın daha kolay” olduğunu gözlemleyerek, böyle bir standart belirlemişti. Boris’in bunu yüksek bir maaş alırken yaptığını düşünebilirsiniz, ama almıyordu. “%50’sini vermek aşırı fazlaymış gibi görünüyor olabilir” ama aynı zamanda, “şunun da kesinlikle farkındayım, bir lise matematik öğretmeni olarak 47.000 dolarlık yıllık başlangıç maaşım beni, dünya nüfusunun en zengin %1’lik dilimine ve Amerika’da maaş kazananların en tepedeki %75’lik diliminin içerisine koyuyor. %50’sini (vergi öncesi) verdikten sonra bile hâlâ dünya nüfusunun en zengin %5’i arasındayım!” 2014 yılında Boris, TEDxRutgers’da uygun maliyetle en efektif iyiliği yapabileceğiniz hayır kurumları hakkında bir konuşma yaptı. Şu anda kazandığının %10’unu vermeye döndü ama çok geçmeden %50’sini vermeye geri dönmeyi arzuluyor. Daha yüksek gelirle, %50’de yaşamaya daha uzun soluklu devam edebileceğine inandığı için bilgisayar programlama bölümüne geçti. Against Malaria Foundation (Sıtmaya Karşı Mücadele Vakfı) için yazdığı bir yazılımın satışından elde edilen gelirin neredeyse tamamını bağışlıyor. Boris, bağış yapmayla ilgilenen meslektaşları ile etkileşime girerek, insanları daha hayırsever olmaya ve nasıl bağış yaptıklarına daha duyarlı olmaya yönlendirmede yardımcı olduğundan emin:

Tecrübelerime göre, bu sohbetler dostça geçiyor ve başkalarının yaşamlarını iyileştirmek için çoğumuzun sahip olduğu fırsatlar hakkındaki heyecanınızı paylaştığınızda, bu heyecanla karşılanıyor. Geri dönüş döngüsü uzundur: Bugün yaptığınız konuşmalar, yıllar boyunca eylemlerle sonuçlanmayabilir. Cesaretini kaybetme. Bir keresinde ofisimde hayır işlerine ilişkin kısa bir konuşma yapmıştım; bu konuşma o hafta içerisinde birkaç heyecanlandırıcı sohbet üretti. Aradan bir yıl geçti ve hâlâ iş arkadaşlarım, bağış yapma hakkında konuşmak için ara sıra bana yaklaşıyor. Bu, birçok insanın hakkında konuşmak istediği bir konudur ve bu konuda sohbet etmek isteyen birini bulmak harikadır.

Catherine Low, bir lisede fizik ve fen bilgisi öğretmeniydi ve Efektif Altruizm hareketini keşfettiği yaklaşık beş yıl öncesine kadar özellikle altruist değildi. Daha sonrasında, çok uzakta olsalar da ya da bizden farklı bir biyolojik türden olsalar da acı çekenlere yardım etmenin ahlaki yükümlülüğümüz olduğundan bahsettiğim bir podcast’e (Rationally Speaking) rastladı. Catherine, iddialarımı ikna edici bulduğunu ve argümanlarımın bir sonucu olarak hayatlarını değiştiren ve dünya üzerinde önemli olumlu etkiler yaratmaya başlayan zeki, şefkatli insanları duymaktan ilham bile aldığını söyledi. Bu onu, hem küresel yoksullukla mücadele eden hem de hayvanlara verdiğimiz acıyı azaltmaya çalışan efektif kuruluşlara bağış yapmaya motive etti.

Vegan oldu, memleketi Christchurch’te yerel bir Efektif Altruizm grubu kurdu ve Yeni Zelandalıların daha efektif hayır kurumlarına vergiden düşülebilir bağış yapmalarını sağlamak için Effective Altruism New Zealand Charitable Trust’ı (Efektif Altruizm Yeni Zelanda Hayırseverlik Vakfı) kurdu. Ayrıca Yeni Zelanda’nın her yerinden efektif altruistleri bir araya getiren yıllık buluşmalar ve buna ek olarak sınıflar, üniversite kulüpleri, profesyonel dernekler ve dini ve seküler gruplar için efektif altruizm üzerine atölyeler düzenlemeye başladı. Catherine, “İnsanlarla efektif altruizm hakkında konuşmak benim için çok zevkli”, diyor “ve en ödüllendirici kısım, atölyelerin sonucu olarak insanlardan, bir hayır kurumuna bağış yapmaya başladıklarını duymak.” Ders verdiği okuldaki faaliyetlerinden bazıları, etkili hayır kurumları için oldukça somut sonuçlara sahip faaliyetlere açtı. Örneğin, öğrenci odaklı bir kampanya için 10 bin dolardan fazla bağış toplanması; ya da okul yemekhanesindeki “etsiz pazartesiler”; veya emisyonu azaltan bir efektif hayır kurumuna bağış yaparak okulun karbon nötr hâle gelmesi gibi.

Sosyal Medya ve Efektif Bağış Kültürünü Büyütme

Sosyal medya bazen yanıltıcı ve zararlı enformasyondan sorumlu olabilir ama söz konusu bağış yapmak olduğu zaman, yeni ve faydalı fikirlerin yayılmasını da çok daha kolay hâle getirir. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde sosyal medya, Şükran Günü’nden hemen sonraki Salı gününün “Giving Tuesday” (Bağış Salısı) günü olarak, ihtiyacı olan insanlara bağış yapılan ve yapılan bağışların kutlandığı bir gün olarak ilan edilmesine katkıda bulundu. Bu fikir, perakende satışlar ve onlardan yararlanmaya çalışan büyük kalabalıklar için geleneksel olarak büyük bir gün olan Şükran Günü’nden sonraki Cuma günü “Black Friday”in (Kara Cuma) panzehiri olarak 2012 yılında başladı. İnternetten alışveriş büyüdükçe, “Cyber Monday” (Siber Pazartesi – Kara Cuma’yı takip eden Pazartesi) daha önemli hâle gelmişti ve şimdi Giving Tuesday de bu yolda. #GivingTuesday‘e göre, 2012’den bu güne kadar küresel olarak toplamda 1 milyar doların üzerinde bağış yapıldı.

Sosyal medyada hızla yayılan fikirlerle harika fikirler arasındaki oran ideal olmaktan maalesef bir hayli uzak. The Ice Bucket Challenge (Buz Kovası Meydan Okuması), Lou Gehrig hastalığı veya ALS için para toplamaya istekli bir kurbanın üzerine bir kova buz ve su dökmeyi içeriyordu. 2014 yazında virüs gibi yayıldı ve 115 milyon dolar gibi çok büyük bir rakam toplandı. ALS Derneği’ne göre, 5 milyon dolarlık kaynak yaratma ve işlem ücretiyle birlikte, fonlar araştırmaya (77 milyon dolar), hasta ve toplum hizmetlerine (23 milyon dolar) ve kamu ve mesleki eğitimine (10 milyon dolar) harcandı. ALS korkunç bir hastalıktır, fakat nispeten nadir görülür: Her yıl dünya çapında yaklaşık 80 bin yeni vaka görülmektedir. ALS araştırması için toplanan para bir miktar fayda sağlasa da, hastalığın önlenmesinde veya tedavi edilmesinde herhangi bir etkileyici ilerlemeyle sonuçlanmadı.19 Genel olarak, yüksek gelirli ülkelerdeki insanları etkileyen ALS gibi hastalıklarla ilgili araştırmaları finanse etmek için bağış yapmak, yalnızca düşük gelirli ülkelerdeki insanları

etkileyen hastalıklar veya durumlarla ilgili araştırmalardan çok daha az efektif ve yüksek maliyetlidir. Bunun nedeni, araştırma fonlarının çoğunun yüksek gelirli ülkelerdeki hükümetlerden gelmesi ve fonlarının büyük kısmının kendi vatandaşlarını etkileyen hastalıkları araştırmak için ayrılmış olmasıdır. Ayrıca, yüksek gelirli ülkelerdeki bireylerin kendilerini ve ailelerini etkileyen hastalıklara çare bulmak için bağış yapma olasılıkları çok daha yüksektir. Dolayısıyla, küresel hastalık yükünde büyük bir azalma sağlama şansı en yüksek olan tıbbi araştırmalar, büyük ölçüde ya da tamamen yoksul insanlarla sınırlı olan hastalıklar alanındadır.

Ice Bucket Challenge sayesinde toplanan 115 milyon dolarlık bağış eğer Project Healthy Children’a (Sağlıklı Çocuk Projesi) bağışlansaydı, Malavi veya Liberya gibi ülkelerdeki 44 milyon kişiye, on yıllık gıda bazlı mikro besin takviyesi sağlanabilirdi. Ya da Helen Keller International’a (Helen Keller Uluslararası Kurumu) verilseydi, Sahraaltı Afrika’da A vitamini takviyesi ile 85 milyondan fazla çocuğun görme kaybını engelleyebilirdi. Veya Uluslararası Sıtma ile Mücadele Birliği’nin Burkina Faso, Çad ve Nijerya’daki mevsimsel sıtma hastalığı kemoprevansiyon programında kullanılsaydı, bir hayatı yaklaşık olarak 2 bin dolar maliyetle kurtaran bu program 57 bin 500 çocuğun hayatını kurtarabilirdi. The Ice Bucket Challenge, bu hayır kurumlarından biri için para toplasaydı muhtemelen daha iyi bir sonuç verirdi.

İhtiyaç Sahipleriyle Bağ Oluşturmak – Verenler ile Alanları Buluşturmak

Bağışçıların, yaptıkları bağışlardan faydalananlarla bir bağ kurdukları zaman çok daha cömert bir şekilde davrandıklarını gördük. İnsanların kimliğini bildikleri kişilere yardım etme istekliliğinden yararlanmak için, İngiliz organizasyonu Foster Parents Plan (Koruyucu Ebeveynler Planı), gelişmekte olan ülkelerdeki yoksul çocukları, çocuklara yiyecek, giyecek ve eğitim için para gönderen varlıklı ülkelerdeki “koruyucu ebeveynler” ile eşleştirerek bir bağlanma duygusu yarattı. Karşılık olarak “kendi” çocuklarından mektup aldılar. Bu yaklaşım, Bölüm 4’te bahsedilen, yoksullara yardım etmenin önündeki beş psikolojik engelin hepsini ortadan kaldırdı. Koruyucu ebeveynler, kimliği bilinen bir çocuğa yardım ediyor olmalarına ek olarak, yardımlarının boşuna olmadığını da hissettiler çünkü çocuktan onlara bunun ne gibi bir fark yarattığını anlatan mektuplar aldılar ve böylece yardım edemedikleri diğer muhtaç çocuklara odaklanmadılar. “Kendi” çocukları için sorumlulukları çok açıktı:

Eğer bağış yapmayı bırakırlarsa, çocuğun yiyecek, kıyafet veya eğitim için aldığı yardım sonlanabilirdi çünkü başka birisinin o çocuğa yardım edeceğinin garantisi yoktu. Adalet duyguları tatmin olmuştu çünkü sadece bir çocuğu destekliyorlardı. Bu genellikle o kadar da zahmetli olmuyordu onlar için ve birçok başka insanın da aynı şeyi yaptığını biliyorlardı. Ve çocuğun çok uzakta olmasına rağmen, kendilerinin çocuğun “koruyucu ebeveynleri” oldukları fikri, çocuğu ailelerinin bir parçası olarak görmelerini sağladı ve dar görüşlülük engelini aşmalarına yardımcı oldu. Öyleyse bu yöntemin, uzak ülkelerdeki yoksullara yardım etmelerini sağlamak için varlıklı insanların duygularını harekete geçirmek için ideal bir düzenleme olduğu söylenebilir. Fakat aynı zamanda, bu yöntem bir bedelle birlikte geliyor çünkü

çocuklara ayrı ayrı para vermek, çocuklara yardım etmenin özellikle efektif bir yolu değildir. Ailelerin kendi ihtiyaçlarını karşılamalarına yardımcı olmaz ve bazı çocuklar para alırken diğerleri almazsa kıskançlığa ve anlaşmazlığa yol açabilir. Güvenli içme suyu, sanitasyon ve sağlık hizmetleri yetersizliği gibi sorunlar, aile odaklı olan projelerle değil topluluk düzeyinde gerçekleştirilen projelerle çözülebilir.

Foster Parents Plan, bağış yapma yöntemlerinin bu tarz problemlere yol açabileceğini inkâr etmedi. Bu da onları, bağışçıların bağışı alanlarla duygusal bağ kurma dürtüsüne cevap vermeye devam ederlerken, bir yandan da organizasyon olarak verdikleri mesajı daha dürüst bir hâle getirme zorluğuyla karşı karşıya bıraktı. Bunu yapmak için, organizasyon kendisini Plan International (Uluslararası Plan) olarak yeniden adlandırdı ve daha topluluk temelli bir yaklaşıma geçti. Potansiyel bağışçıları “Bir Çocuğa Destekçi Olmaya” davet ederek, kimliği belirlenmiş ihtiyaç sahipleri fikrinin cazibesini sürdürmek için, bağışçıların belirli bir çocukla mektup ve fotoğraf değiş tokuşu yapabileceğini ve bu çocuk hakkında devamlı bir şekilde bilgi almaya devam edebileceğini söyleyerek, elinden gelenin en iyisini yaptı. Fakat bağışçılara, bağışlarının doğrudan destekçisi olunan çocuğa gitmediği de söylendi. Bunun yerine bu bağışlar, çocuğun yaşadığı topluluk için önemli olan projeleri finanse etmek için diğer bağışlarla birleştirildi.

Neyse ki artık bağışçıların, yardım ettikleri topluluktaki insanlara karşı bir bağ hissetmelerini sağlayacak teknolojilere sahibiz. Örneğin, GiveDirectly’nin web sitesinde, nakit yardımı yapılan kişilerin parayı nasıl kullandıklarına dair eksiksiz bir bilgilendirme sistemi vardır. Bu şekilde bağışçılar, paralarının hangi ihtiyaç sahibini desteklediğine dair herhangi bir ima olmadan, yardım etmiş olabilecekleri insanlardan bazılarını görürler. Against Malaria Foundation’un (Sıtmayla Mücadele Kurumu) internet sitesi, fotoğraflar ve videoların yanı sıra, dağıtılan sıtma ilacının toplam miktarı hakkında da ayrıntılı bilgi sağlar. Bu düzeyde bir raporlama bağışçıların, yardım ettikleri kişi ve yerlere bağlanmasını sağlarken aynı zamanda kuruluşun denetime açık olmaya ve şeffaflığa olan bağlılığını da gösterir. Bu kurumlar ayrıca internet sayfalarını daha az şanslı olanlar için hayatın nasıl bir şey olduğunu göstermek için de kullanıyor. UNICEF, bağışçıyı bir mülteci kampına yerleştiren sanal gerçeklik deneyimi yaratırken, Fred Hollows Kurumu görme bozukluğuna sahip olmanın nasıl bir şey olduğunu gösteren online bir görme simülatörü oluşturdu.

Doğru Türden Bir Dürtme

Davranışı arzu edilen şekilde yönlendirmek için insan psikolojisini kullanmak, siyasetten halk sağlığına ve çok daha fazlasına kadar her türlü kampanyanın temel taşıdır. Bu her zaman asil amaçlar için kullanılıyor olmasa da, böyle bir amaç için de kullanılabilir. Bunun böyle olduğu bir örnek, bazı ülkelerin organ bağışı oranında ani artışlar elde edilmesini mümkün kılan türden bir yaklaşımdır. Bu ayrıca, aşırı yoksullukla mücadele için bağış kültürünün inşa edilmesine de uygulanabilir mi?

Almanya’da, nüfustaki her bir milyon kişiye karşılık, organları alınabilecek yalnızca 11,5 hayatını kaybetmiş insan var. Avusturya’da ise bu rakam 25,4’tür.23 Almanlar ve Avusturyalılar kültürel birikim bakımından çok farklı değiller, öyleyse ölümünden sonrası için organlarını bağışlayan Avusturyalı sayısı neden Almanların iki katından fazla? Aradaki farkın sebebi şu gerçekte yatıyor: Almanya’da potansiyel bir organ bağışçısı olmak için kendinizi kayıt ettirmeniz gerekirken, Avusturya’da ise itiraz etmediğiniz sürece zaten potansiyel bir organ bağışçısısınızdır. Bu durumda etkisi olan başka faktörler de olsa da, araştırmalar ölümden sonra organlarının alınabilmesi için rızanın açıkça ifade edilmesine ihtiyaç duyulan ülkelerde, rızanın açıkça reddedilmediği sürece varmış gibi davranıldığı ülkelere göre daha az organ bağışçısı olduğunu ortaya koymuştur.24 Bir bilgisayardaki fabrika ayarlarını değiştirmeden öylece bırakma eğiliminde olduğumuz gibi, diğer türden “varsayılanlar” davranışımızda büyük bir fark yaratabilir ve organ bağışları söz konusu olduğunda bu binlerce hayat kurtarabilir.

Kendi çıkarlarımıza göre seçim yaparken bile, genellikle bilinçsizce seçim yaparız. Çalışanlar bir bireysel emeklilik tasarruf planına katılma seçeneğine sahip olduğunda, bu planın sunduğu mali faydalara rağmen çoğu kişi bunu istemez. Bunun yerine, eğer işverenler çalışanları otomatik olarak bu listeye koyarlarsa ve onlara reddetme seçeneği verirlerse, bireysel emeklilik tasarruf planına katılım önemli ölçüde artar.25 Ekonomi profesörü Richard Thaler ve hukuk profesörü Cass Sunstein’in daha iyi seçimler yapmamızı sağlamak için varsayılanları kullanmayı savunduğu Nudge: Improving Decisions About Health, Wealth, and Happiness (Dürtme: Sağlık, Zenginlik ve Mutlulukla İlgili Kararları Geliştirme) adlı kitaplarında “dürtme” olarak ifade ettikleri şey de budur. Yani buradan şunu anlayabiliriz: Bizim için en iyisi olacağını bildiğimiz şeyi yapmamıza engel olan umursamazlığın üstesinden gelmek için çok da büyük dürtmelere ihtiyacımız yoktur.

Doğru türden bir dürtme (ister hükümetten, şirketlerden ya da gönüllü kuruluşlardan gelsin ister kendimizden gelsin), gerçekten yapmamız gerektiğini bildiğimiz şeyi yapmamıza yardımcı olabilir. Bu kitabın ilk baskısında, şirketlerin çalışanlarına, kendilerine sunulan varsayılanı değiştirerek programlara katılmaları için bir dürtmede bulunmalarını önerdim. Çalışanlarını, maaşlarının bir kısmını küresel yoksullukla mücadele eden kuruluşlara bağışlamaya davet etmek yerine, katılımı “varsayılan” hâline getirebilirler. Böylece, örneğin, her çalışanın maaşının %1’i otomatik olarak kesilir ve çalışan kişi kendi açık rızasıyla bu programdan çıkmadığı sürece, aşırı yoksulluk içindeki insanlara yardım eden efektif kuruluşlara bağışlanır. Önerimin bir etkisinin olup olmadığını bilmiyorum, ancak Bain & Company, CommBank ve The Good Guys’ı da içeren bazı Avustralyalı şirketler o zamandan beri bağıştan rızayla vazgeçme programlarını uygulamaya koydular ve rızayla katılım modeline göre önemli ölçüde daha yüksek katılım oranları gördüler. Eğer böyle bir düzenlemesi olmayan bir organizasyon içerisinde çalışıyorsanız, neden teklif eden siz olmayasınız?

Doğru türden dürtmenin büyük bir fark yaratabileceği başka bir durum, vasiyetimizi yazarken ortaya çıkıyor. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Avustralya’da vasiyetin hayır işleri için kullanılan kısmı %6,5’tan daha fazla değildir.28 Eğer insanların vasiyetname yazmak için kullandıkları şablonlar standart olarak bir bağış maddesi ile gelirse ve avukatlar varsayılan olarak, müvekkillerinin vasiyetlerine efektif bir hayır kurumu dâhil etmelerini önerirlerse, daha fazla insan kendi hayatı sonlandıktan sonra hayat kurtarırdı.

Şirket Bağışı

Dev yatırım bankası Goldman Sachs, kurumsal kapitalizmin kalbindedir. Fakat yine de ortaklarının kazançlarının bir kısmını verdiği Goldman Sachs Gives adlı bir yardım fonu oluşturarak bir bağış kültürü yarattı. Ortaklarının verdiği gelir yüzdesi kamuya açık olmasa da, 2007’de başlatılan fon için yaklaşık 1,5 milyar dolar bağış toplandı ve 90 ülkede 6 bin sivil toplum kuruluşuyla ortaklık kuruldu.29 Goldman Sachs ayrıca, Fortune 500 şirketlerinin %65’inde olduğu gibi, ortak olmasa da bağış yapmaya uygun kişiler tarafından yapılan hayır amaçlı hediyeleri kabul edip bunları efektif bir şekilde ihtiyaç sahipleriyle eşleştiren bir programa sahiptir ve bu tür programlar aracılığıyla tahmini olarak yıllık toplam 2 milyar dolardan fazla bağış toplanmıştır. The Big Give’e göre, insanların %84’ü böyle bir eşleşme teklif edildiğinde bağış yapma olasılıklarının arttığını ve her üç kişiden biri de eşleşme nedeniyle daha fazla bağış yaptığını söylüyor. Başka şirketler de, çalışanlarını hayır işleri için zaman veya para harcamaları için teşvik ediyor ve onlara bunun için yardım ediyor. Google, kendi yenilikçi hayırsever programı olan Google.org’u kurdu ve 2017 yılında, ilk beş yıl içinde dünyanın dört bir yanındaki sivil toplum kuruluşlarına 1 milyar dolarlık bağış yapma ve 1 milyon saat gönüllü toplum hizmeti sağlama taahhüdünde bulundu.

Bağış yapmak için taahhütte bulunma, bireylerde olduğu gibi şirketler arasında da yaygınlaşıyor. Pledge 1% (%1 Sözü), şirketleri net varlıklarının, zamanlarının, ürünlerinin veya kârlarının (veya bunların herhangi bir kombinasyonunun) yüzde 1’ini herhangi bir hayır kurumuna vermeyi taahhüt etmeye davet eder. Pledge 1%, Salesforce, Atlassian, Rally for Impact ve Tides şirketleri önderliğinde olmak üzere, şu anda 100 ülkede toplam 8500 şirket tarafından uygulanıyor ve bu sayede, çeşitli kaynaklarda toplam 1 milyar doların üzerinde bağışta bulunuldu. Yalnızca Salesforce’daki bağışçılar 2018 yılı itibariyle, 240 milyon dolardan fazla para bağışı, 3,5 milyon saat toplum hizmeti ve 39 binden fazla kâr amacı gütmeyen kuruluşa ve eğitim kurumlarına ürün bağışları yaptılar. Avustralyalı bir yazılım şirketi olan Atlassian’ın kurucu ortağı ve CEO’su Scott Farquhar şöyle diyor: Taahhütte bulunmak “şirkete ve çalışanlarımıza büyük faydalar sağladı. Gelişmekte olan dünyada yüz binlerce çocuğa yardım ettik, her gün işe gelen ve yaptıkları her şeyin karşılığını bu şekilde geri alıyorlarmış gibi hisseden böylesine bağlı bir işgücüne sahip olduk.” %1 sözü veren şirketler, herhangi bir konuda yardımı destekleyebilirler. Pazarlama platformları geliştiren MediaMath, taahhüdünü The Life You Can Save tarafından önerilen üç kâr amacı gütmeyen kuruluş olan Seva, Living Goods ve Project Healthy Children dâhil olmak üzere, efektifliği kanıtlanmış hayır kurumlarını desteklemek için kullanmaya karar verdi.

Goldman Sachs, Google ve Salesforce’un kurumsal ölçeğinin diğer ucunda Sidney Avustralya merkezli VivCourt Trading bulunuyor. Kurucusu olan Rob Keldeoulis, kariyerine “saf kapitalizmin direkt içinde” çalışmak olarak tanımladığı bir borsa tüccarı olarak başladı. Ona göre borsa tüccarlığı aynı zamanda, tüm işler içinde en çok kendin için çalıştığın işti çünkü diğerlerinin kullanması için üretim yapanların aksine, borsa tüccarları yalnızca kendileri için para kazanmak amacıyla çalışırlar. Böyle bir iş, kazancı iyi olsa bile, pek çok tüccarı tatmin etmiyor. İşlerinin bir amacının veya değerinin olmasını ve sadece para kazanmanın bir yolu olmamasını istiyorlar. Bu yüzden, kendisini “küçük ‘b’ ile budist” olarak tanımlayan Keldoulis, tüm bilinçli varlıkların yararına hareket ederek kendimizi özgürleştirebileceğimizi söyleyen Budist öğretisini takip etmeye karar verdi.

VivCourt Trading’i kurarken, sermayeye sponsor olup kazanılan kârdan pay veya sermaye artışı bekleyecekleri şirket hisselerine sahip olacak yatırımcılar aramak için standart iş yolunu izlemedi. Bunun yerine, hayır amaçlı bir vakıf kurdu ve onu tek hissedar yaptı. Bu da onun, hayırseverliğe istekli olan yatırımcılardan sermaye toplamasına ve bir sosyal girişim başlatmak için düşük faizle katkıda bulunmasına olanak sağladı. Mali yolun sonunda, şirketin net gelirinin %50’si hayır kurumlarına, geri kalanı ise çalışanlara gitti. Bu şekilde, çalışanlar bir yandan cömert ikramiyeler almış olurlarken, diğer yandan sosyal ikramiye de elde ediyorlardı: bağışı, kendi seçtikleri hayır kurumlarına eşit miktarda yönlendirme şansı. Bu, tüm çalışanlara kendilerinden daha büyük bir amaç verdi.

Keldoulis, kurumsal sektörün büyümeyi ve değişimi yönlendirmesi gerekse de, aynı zamanda “geniş para rezervlerini sosyal sorunlarımıza çözüm bulmaya yardımcı olmak amacıyla kullanmak gibi bir ahlaki yükümlülüğü” de olduğunu iddia ediyor. Geliştirdiği işletme yapısı, çalışan memnuniyetini arttırmaktan fazlasını yapıyor; kısa vadeli kâr peşinde olan hissedarların baskısını da ortadan kaldırıp şirketin daha uzun vadeli bir bakış açısına sahip olmasını sağlıyor. Keldoulis bunun, dünyanın ihtiyaç duyduğu türden bir sürdürülebilir işletme modeli olduğuna inanıyor.

Yanik Silver, dünyayı iyileştirmeye katkıda bulunan türden bir sürdürülebilir işletme modeli vizyonuna sahip başka bir girişimcidir. Yanik’in modeli, bağış kültürünü büyütmenin çeşitli unsurlarını bir araya getiriyor: Birey olarak, grup olarak ve işletme olarak. 2005 yılı civarında, yayıncılık şirketinin kârının %10’unu hayır kurumlarına bağışlamaya başladı. Desteklediği kuruluşlar arasında, Bölüm 7’de göreceğimiz gibi, aşırı yoksul insanları küçük işletmeler kurmalarında desteklemek için çok yönlü bir program sunan Village Enterprise (Köy Girişimi) da var. 2008 yılında Yanik, işletmenin daha büyük iyilikler için bir güç olduğuna olan inancını sürdürmeye devam etti ve dünya üzerinde olumlu bir fark yaratmak için yenilikler getirmeyi amaçlayan, girişimcilik eğitimi veren bir şirket olan Evolved Enterprise’i (Gelişen Girişim) kurdu. Aynı zamanda, aynı değerleri paylaşan girişimcileri bir araya getirmek için, yalnızca davet yoluyla üyesi olunabilen bir grup olan Maverick1000’i kurdu. Üyelerin vergilerinin %10’u Etki Fon’una gitti: Yanik, bugüne kadar toplamda 3 milyon dolardan fazla para topladıklarını ve çeşitli kuruluşlara bağış yaptıklarını bildiriyor.

Maverick1000, yardım amaçlı olarak üyelerin işlerinden nasıl daha etkili bir şekilde yararlanabilecekleri de dâhil olmak üzere, üyelerin işletmelerini geliştirmek için fikirlerini paylaştıkları etkinlikler ve geziler düzenliyor. 2015 yılında Maverick1000, çalışmalarını gruba sunmak amacıyla Village Enterprise’a bir davette bulundu ve beyin fırtınası oturumları Fund-a-Village (Köy Fonu) diye adlandırdıkları bir bağış toplama fikriyle sonuçlandı: Bir kişi veya şirket 25 bin dolar vererek Village Enterprise’ı bir köyün tamamını dönüştürmesi için destekleyebilirdi. Yanik, bu girişim fikri için o kadar çok heyecanlandı ki, yakın zamanda yazdığı Evolved Enterprise kitabının ilk lansman gelirlerinin %50’sini Village Enterprise’a bağışladı. Ve kısa bir süre içerisinde, Doğu Afrika’daki bir köyde 50 yeni mikro işletmeyi finanse etmeye yetecek bir miktar olan 25 bin dolar topladı.

Maverick1000’in diğer üyeleri ve bu kişilerin iş arkadaşları, bir kitap kampanyasında gönüllü oldular ve uzmanlıklarını burada paylaştılar. Ayrıca bu kişilerden biri olan Anik Singal, başka bir köyde kullanılması için 25 bin dolar bağışladı.36 Bir zamanlar Mumbai’de şehrin kenar mahallelerinden birine sadece üç dakika uzaklıkta lüks bir apartman dairesinde yaşayan Anik, Hindistan’ın kenar mahallelerinde kaliteli okulların kurulmasını destekleyen bir organizasyonu başlatmak da dâhil olmak üzere farklı yollarla bağış kültürünü büyütmeye çalıştı. 2016 yılında, yoksulluk hakkında ne yapabileceğimiz ve ne yapmamız gerektiğiyle ilgili düşüncelerini dile getirdiği bir TEDx konuşması yaptı.

Gelecek Nesil

Kalıcı bir kültürel değişim meydana getirmek istiyorsak, çocukların bağışta bulunmayı iyi insanların yaptıkları normal bir şey olarak görmeleri için ebeveynlerin yoksullara efektif yardımlar yaparak çocuklara örnek olması önemlidir. Çocuklarla para hakkında konuşurken aynı anda bağış hakkında da konuşulabilir ve bir araştırmaya göre, bunu yapan ebeveynler çocuklarının hayırsever davranışlarını olumlu yönde etkileyebilir.38 Bütün dünyada en çok satan kitaplardan olan The Barefoot Investor for Families’in (Aileler için Çıplak Ayaklı Yatırımcı) yazarı Scott Pape, bu kitabın hemen ardından ebeveynlerin çocuklara parayı nasıl kullanacaklarını öğretmesine yardımcı olmak için bu kitabın aile odaklı bir edisyonunu yayınladı. Pape, çocukların harçlıklarını yönetmelerine yardımcı olmak için “Üç Reçel Kavanozu” (Three Jam Jar) sistemini önermekteydi. Üç kavanoz “savurganlık”, “gülümseme” ve “bağış” olarak etiketlenir ve her “ödeme günü” çocuklar, harçlıklarının bir kısmını üç kavanozun her birine koymak zorundadır. “Savurganlık” kavanozundaki para, sinemaya gitmek gibi günlük harcamalar için, “gülümseme” kavanozu önemli bir şey için birikim yapmak ve “bağış” kavanozu başkalarına yardım etme amacıyla bağış yapmak içindir.

Bağış geleneği olmayan ailelerden gelen gençlerin, gelişme yıllarındayken nasıl verimli bir şekilde bağış yapabileceklerini öğrenmeleri için çok az fırsatları vardır. Bir ahlak felsefesi sınıfında bunun hakkında konuşmak daha kolay olduğu için bu konuyu, bu kitaptaki bazı fikirleri tartıştığım ücretsiz çevrimiçi dersim olan Efektif Altruizm de dâhil olmak üzere, verdiğim bazı derslere dâhil ediyorum.40 Öğrencilere etkili bağış yapma konusunda uygulamalı deneyim sağlamak için, öğrencilerden bir Bağış Oyununa katılmalarını istiyorum. Bağış Oyunu, Jon Behar tarafından geliştirildi. Behar bir bağış fonunda çalışıyordu ve bir hayır kurumuna bağışta bulunuyordu, ancak nereye bağış yaptığı konusunda fazla düşünmezdi. Sonrasında, hayır kurumlarını değerlendiren GiveWell’in gelecekteki kurucuları yeni meslektaşları oldu. Hangi hayır kurumlarının en çok işe yaradığına dair araştırmalarını paylaşmayı teklif ettiklerinde, Behar basit bir sunumun onu yıllardır yaptıklarından açıkça daha iyi olan bir bağış yapma stratejisine nasıl yönlendirdiğine şaşırdı. Daha sonra, bu aydınlanma anını tekrarlamanın ve daha da büyütmenin bir yolu olup olmadığını merak etti. The Giving Game Project (Bağış Oyunu Projesi), onun bu soruna çözümü oldu.

“Giving Games”, hayırseverlik deneyimi sunan atölyelerdir. İnsanlar (genellikle Behar’ın şu anda çalıştığı The Life You Can Save tarafından sağlanan), gerçek parayla bağışta bulunarak öğrenirler. Atölyeler genellikle yaklaşık bir saat sürer, bu süre zarfında katılımcılar önceden belirlenmiş birkaç hayır kurumu hakkında bilgi alırlar, bu kurumların birbirlerine göre üstünlüklerini tartışırlar ve hangi kurumun parayı alacağına oylama yöntemiyle karar verirler. Katılımcıları bağış yaparken bilinçli, bilgili ve efektif olmaya teşvik etmek için tasarlanmıştır bu atölyeler. Dünyanın dört bir yanındaki eğitimciler ve savunucular, efektif bağışlamayı öğretmek için Giving Games’i kullanıyor ve şu ana kadar 25 ülkeden toplamda 13 binden fazla katılımcı bu atölyelerde yer aldı. Giving Games’in en yaygın olduğu yerler üniversitelerdi, fakat aynı zamanda ilk ve ortaokullarda ve bunlara ek olarak şirket toplantıları ve dini kurumlar da dâhil olmak üzere çeşitli ortamlarda da yürütüldü.

Bencillik Normuna Meydan Okumak

Şirketler bağışta bulunmayı norm haline getirdiğinde ve cömert insanlar ne kadar bağışta bulundukları hakkında halka açık bir şekilde konuşarak sosyal medyada bağışla ilgili fikirlerini paylaştıklarında, başkalarını da aynısını yapmaya teşvik etmekten fazlasını yaparlar. Ayrıca, davranışımıza dair Batıya ve özellikle Amerikan kültürüne nüfuz etmiş olan bir varsayıma da meydan okurlar: bencillik normu.

Amerika Birleşik Devletleri’nin gelişme yıllarında Amerikan ruhunun keskin gözlemcisi Alexis de Tocqueville, o zaman bile bu normu fark etmişti: 1835 yılında, “Amerikalılar, hayatlarının neredeyse her eylemini kendi bencillik ilkeleriyle açıklamaktan zevk alırlar” diye yazmıştı. Bunu yaparlarken kendi iyiliklerini küçümsediklerini düşünüyordu çünkü onun görüşüne göre tıpkı herkes gibi Amerikalılar da, içlerinde bulunan doğal dürtülerle başkalarına yardım ediyorlardı. Ancak Avrupalıların aksine Amerikalıların, “bu tür duygulara sahip olduklarını kabul etmeye pek hazır olmadıklarını” görülüyordu.

Hayırseverliğin artan popüleritesine rağmen, sadece Amerikalılar arasında değil birçok çevrede altruistik olmak hâlâ kabul edilemez. Bir İngiliz olan Hugh Davidson, Kanada ve Avrupa’da Playtex’in başkanıydı ve pazarlama ve işletme yönetimi üzerine birçok başarılı kitap yazdı. Kendi yardım kurumunu açmış olmasına rağmen, “eğer hayırseverseniz, paranızı hayır işleri için harcadığınızı arkadaşlarınıza söylemeyin. Sizi enayi gibi görürler” diyordu. Bu önerinin de ortaya koyduğu gibi çoğumuz, yalnızca insanların genel olarak bencillikleriyle motive olduklarına değil, ayrıca olmaları gerektiğine de inanırız (ahlaki anlamdaki “olması gereken” anlamında değilse bile en azından, eğer bencil olmasalardı enayi veya mantıksız olurlardı anlamında). Diğer taraftan, insanlar kendi çıkarlarına aykırı davrandıkları zaman, özellikle de bu davranışları planlı ise (yaklaşmakta olan trenin birisine çarpmasını önlemek için tren yoluna atlamak gibi dürtüsel bir şey değilse), niyetlerinden şüphe etme eğilimindeyizdir.

Angelina Jolie, Bono veya Amal ve George Clooney gibi ünlüler fakirlere yardım eden kuruluşları desteklediklerinde, bu eylemin arkasında yatan gizli, bencil niyetler ararız. Bunu sadece reklam için yaptıkları fikrine hemen katılırız. Gerçekten bencilce olmayan davranışlar bizi rahatsız ediyor. Belki de bu yüzden, konser salonunun veya sanat binasının bir ek binasının isim hakkı karşılığında yüksek miktarda para verilmesi uygulamasına hoşgörülü bir şekilde gülümsüyoruz: bağışçının gerçekten bencil olduğu konusunda bize güvence veriyor ve insan motivasyonu hakkındaki varsayımlarımızı güçlendiriyor.

Diğer insanların motivasyonlarının kendi çıkarlarına dayanıyor olmasını ne ölçüde beklediğimizi araştıran birçok çalışma var. Örneğin bir araştırmada öğrencilere, yalnızca kadınları etkileyen bir hastalığa dair araştırma fonunu iptal edecek bir bütçe önerisi sunuldu. Erkeklerin yüzde kaçının ve kadınların yüzde kaçının bu teklife karşı çıkacağını tahmin etmeleri istendiğinde, tutumların cinsiyetten ne ölçüde etkilendiğini fazlasıyla abarttılar. Benzer şekilde, öğrenciler neredeyse tüm sigara içenlerin sigara üzerindeki vergi artışlarına ve halka açık yerlerde sigara içilmesine ilişkin kısıtlamalara karşı çıkacağını ve hemen hemen tüm sigara içmeyenlerin bu önlemleri onaylayacağını varsaydılar.

Gerçekte ise, insanların tutumları sigara içmeye olan ilgileri veya ilgisizlikleri ile öğrencilerin beklediği kadar yakından bağlantılı değildir. Bu tarz kamu politikası sorunlarında, psikolog Dale Miller’in belirttiği gibi, “bencilliğin gerçek etkilerinin küçüklüğü, bencilliğin varsayılan etkilerinin büyüklüğüyle zıtlık içerisinde.” Dahası, öğrencilerin bu tarz konulardaki kendi tutumları genellikle çıkarlarına aykırıdır: örneğin, araştırmadaki erkek öğrenciler, kadınların hastalığına ilişkin araştırmayı bırakma teklifine karşı çıkarken, çoğu erkeğin bu teklifi destekleyeceğini öngörüyorlardı. Bu, Miller’ı bir bulmacayla yüzyüze getirdi: “Günlük yaşam bu kadar az delil sunarken, nasıl oluyor da insanlar bencillik teorisini benimsiyor?”

Miller, ekonomist Robert Frank’in yaptığı bir deneyle bu sorunun cevabını aramaya başladı. Dönemin başında ve sonunda Frank, öğrencilerine 100 dolar içeren kayıp bir zarfı iade edip etmeyeceklerini sordu. O dönem ekonomi dersi alan öğrenciler zarfı iade etmekten kaçındılar. Astronomi dersi alan öğrenciler ise iade etmeyi tercih ettiler. Belki de ekonomi dersi alan öğrenciler, herkesin bencillikle motive olduğu izlenimini edinmişlerdi. (Ekonomistler, sigara içenlerin sigaradaki vergi artışlarını sigarayı bırakmak istedikleri için onayladıklarını ve vergilerin bunu yapmalarını

kolaylaştıracağını umduklarını iddia ediyorlar.) Fakat bencillik normundan etkilenmek için ekonomi okumaya gerek yoktur. Gelişmiş bir toplumda yaşayan herkes, nasıl para biriktirileceği, nasıl daha fazla para kazanılacağı, nasıl daha iyi görüneceği veya nasıl daha fazla statü kazanacağı hakkında sürekli olarak mesajlarla bombardımana tutulmaktadır ve tüm bunlar, burada sayılan şeylerin herkesin peşinde olduğu ve gerçekten önemli olan şeyler olduğu varsayımını güçlendirir.

Bencillik normu o kadar etkilidir ki, gönüllülerin altruistliğine güvenen kâr amacı gütmeyen kurumlarda bile bir versiyonu geçerlidir. Psikolog Rebecca Ratner ve Jennifer Clarke, Sarhoş Araç Kullanmaya Karşı Öğrenciler gönüllülerinden, organizasyona gönüllü olmakla ilgilenen iki öğrencinin başvurularını okumalarını istedi. Başvurular sadece, bir başvuranın kız kardeşinin sarhoş bir sürücü tarafından öldürüldüğünü söylemesi, diğerinin ise bu problemin çok önemli olduğunu söylemesiyle birbirinden ayrılmışlardı.

Gönüllüler, kız kardeşi öldürülen kişinin başvurusuna karşı diğer başvuruya olduklarından daha istekli ve destekleyiciydiler. Ratner ve Clarke bunun sebebinin gönüllülerin, kız kardeşi öldürülen başvuranın olaydaki “bencillik” payını anladıkları için olduğunu öne sürdüler. Daha genel bir altruistik motivasyona sahip olan başvuranı şüpheyle karşıladılar. Diğer birçok örnekte olduğu gibi bu örnekte de, görünür bir şekilde altruistik motivasyonlara sahip olanlara karşı zarar verici bir şekilde şüpheyle yaklaşılır. Alacağı destek, sarhoş bir sürücü yüzünden kişisel bir trajedi yaşamış nispeten az sayıda insanla sınırlıysa, kuruluşun hedeflerine ulaşması olası değildir.

Çoğumuzun inandığının aksine, günlük yaşamda çok miktarda altruistik, şefkatli davranış vardır (önceki bölümde incelediğimiz nedenlerden ötürü, dünyanın en fakir insanlarına yeterince yansıtılmamış bile olsa). Bununla birlikte, sosyolog Robert Wuthnow, insanların kendi altruistik davranışları için bile, bazen oldukça mantıksız olan bencilce açıklamalar yapma eğiliminde olduklarını gösterdi. Yardımseverlik için çalışmaya gönüllü olmalarının sebebi için “bana yapacak bir şey verdi” veya “beni evden çıkardı” dediler. “Yardım etmek istiyordum” demekten çekiniyorlardı.

Literatür, Molière’nin Tartuffe’ı gibi, gerçekte kendi çıkarları için uğraşırlarken altruistik bir şekilde motive oluyormuş gibi numara yapan karakterlerle doludur. Böyleleri için bir kelimemiz vardır: ikiyüzlüler. Ancak, gerçekten altruist olan ama bencilmiş gibi görünen insanların literatürde daha az örneği vardır ve benim bildiğim kadarıyla onları tanımlayacak böyle bir kelime yoktur. Wuthnow, Acts of Compassion (Şefkatli Eylemler) adlı kitabında gerçek hayattan bu türden çarpıcı bir örnek sunuyor. Kitapta, Jack Casey’in nasıl gelir elde ettiğini bilmiyoruz fakat bize haftada en az on beş saat gönüllü çalıştığı söyleniyor.

Yakınındaki itfaiye ve kurtarma ekibinin bir üyesi ve okul çocuklarına ilk yardım ve açık hava güvenliği kursları veriyor. Bir keresinde, buzlu bir gölün içerisinde yüzerek bir kadının hayatını kurtarmış. Casey yine de, kendi çıkarlarının önce geldiğini söylüyor. Bir kurtarma görevinde, “öncelik bende, sonra ekibim gelir, üçüncü olarak da yardıma ihtiyacı olan kişi” diyor. İnsanların başkalarına yardım etmek için kurtarma ekibine katılmak istediklerini söylediklerini duyduğunda, Casey bunun gerçek

olmadığını bildiğini söylüyor: “Derinlerde bir yerde, herkesin kendi bencil nedeni vardır; bunu gerçekten kendileri için yapıyorlar.” Wuthnow, Casey’in “başkalarının sorunlarına empati ile yaklaşan birisi”, “erdem sahibi” veya “gönüllü hayırsever” olarak görülmekteki isteksizliğinin izini sürüyor. Bu isteksizliğin, “fazla hayırsever” olmaya karşı olan sosyal normlardan ve “önemsemenin bir sapma ve kuraldan çok istisna olduğu” inancımızdan kaynaklandığını görüyor. Bununla birlikte Wuthnow’un da işaret ettiği gibi o kadar çok Amerikalı gönüllü çalışmalara katılıyor ki, gönüllülük istatistiksel anlamda bir sapma teşkil etmiyor. Bu gerçek sadece yaygın olan bencillik normu tarafından bir sapma olarak sunuluyor.

İnsanların bencillik dışındaki motivasyonlarla davrandığına dair çevremizde başka birçok delil vardır. İnsanlar bir daha asla dönmeyecekleri restoranlarda, hatta bazen de bir daha gelmeyi beklemedikleri şehirlerdeki restoranlarda, yemek yerken bahşiş bırakırlar. Kendilerinin ihtiyaç duymaları halinde kan alma olasılıkları artmıyor olsa bile, tanımadıkları insanlara kan bağışı yaparlar. Verdikleri oyların dengeyi bozmada neredeyse hiçbir etkisinin olmayacağı durumlarda bile oy kullanırlar. Bütün bunlar bencillik normunun, günlük yaşamda karşılaştığımız davranışlarla çürütülmeye karşı direnen ideolojik bir inanç olduğunu göstermektedir.

Yine de, bencil olmanın “normal” olduğu fikrinin esareti altındayız. Diğerleriyle uyum sağlamaya istekli olduğumuzdan dolayı çoğumuz şefkatli davranışlarımızı, onları bencil bir kalıba sokan hikâyelerle anlatırız. Sonuç olarak, bencillik normu doğrulanmış görünür ve böylece varlığını sürdürmeye devam eder. Fikir kendi kendini güçlendirdiği için sosyal manada zararlıdır çünkü eğer başka hiç kimsenin altruistik davranmadığına inandırırsak kendimizi, bizim bu şekilde davranma olasılığımız da azalır; yani norm, kendi kendini gerçekleştiren bir kehanet haline gelir.

Eylemlerimizin tamamen kendi çıkarlarımızla ilgili olduğunu iddia eden 17. yüzyıl filozofu Thomas Hobbes, Londra’da yürürken bir dilenciye para verdi. Böyle büyük bir filozofun yanıldığını göstermek isteyen arkadaşı, Hobbes’a kendi teorisini bu hareketiyle çürüttüğünü söyledi. Hobbes parayı, zavallı adamı mutlu görmek kendisini mutlu ettiği için verdiğini söyleyerek, aslında teorisini çürütmediği şeklinde cevap verdi. Dolayısıyla Hobbes, bencillik kavramının sınırlarını cömertlik ve şefkatle uyumlu olacak şekilde büyük ölçüde genişleterek teorisini savundu. Bu bize, bencillik duygusunun hem geniş hem de dar anlamıyla var olduğunu hatırlatır. İnsanların saf altruizm yetisine sahip olup olmadığına dair uzun süredir devam eden tartışma, “kendi çıkarlarımızı nasıl anlarız?” sorusundan pratik anlamda daha az önemlidir. Kendimiz için zenginlik ve güç elde etmeye odaklanarak, “çıkar” kavramını dar bir şekilde mi anlayacağız? Herkesin zengin olduğumuzu bilmesini sağlamak için mümkün olduğunca çok sayıda pahalı şeyi göze çarpacak şekilde tüketerek, çıkarlarımızın en iyi şekilde tatmin edildiğini mi düşüneceğiz? Yoksa başkalarına yardım etmenin getirdiği tatmin hissini, çıkarlarımız arasına dâhil mi edeceğiz? Rob Keldoulis’in, VivCourt Traiding şirketini net gelirlerinin %50’si hayır kurumlarına gidecek şekilde yapılandırdığını görmüştük ama bunu yapmasının sebebi, ona sadece kendisi için para kazanan bir tüccar olarak sahip olacağından daha büyük bir amaç vermesi ve dolayısıyla daha fazla tatmin olmasıydı. Böyle olması, eylemlerinin bencil olduğu anlamına mı geliyor? Ben bencilliği bu şekilde tanımlamazdım, fakat siz eğer öyle olduğunu düşünüyorsanız, o zaman bencilliği bu şekilde olan daha fazla insana ihtiyacımız olduğunu da eklemeliyim.

Kurtarabileceğin Hayat
Küresel Yoksulluğu Sona Erdirmek için Payına Düşeni Yapmanın Yolları

Yazar: Peter Singer
Türkçeye aktaran: Hasan Alparslan Bayrak

Umut Güner

Tarihçi yazar Umut Güner, Ortaçağ Tarihi, Siyaset ve İktidar Felsefesi ile Politik Kuramlar alanlarında ihtisas çalışmaları yürütmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu