amerika gazete haberleri haberler
Felsefe

Bağışa Yönelik Yaygın İtirazlar

Kendinizi hayırsever bir insan olarak görüyor olabilirsiniz. Çoğu Amerikalı böyle düşünüyor ve 2018 yılında hayır kurumlarına bağışladıkları, %68’i doğrudan bireysel yardımlardan oluşan 427 milyar dolar da bu görüşe destek oluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde bağışla verilen para gayri safi milli gelirden %2 fazla. Bu, miktar diğer ülkelere kıyasla önemli derecede yüksek olsa da, tüm ABD vatandaşlarını özellikle cömert olarak nitelendiremeyiz, çünkü bu sayının bu kadar yüksek olmasının esas sebebi son derece zengin insanlardan oluşan küçük bir gruptan gelen paradır. Hayır kurumlarına bağış yapan nüfus yüzdesine bakacak olursak, Amerika’nın %88 bağış yüzdesiyle başta yer alan Myanmar’a kıyasla epeyce aşağıda kaldığını ve bağış yapan nüfusun %61’lik yüzde ile 12. sırada yer aldığını görürüz. Bu sıralama, Charities Aid Foundation tarafından gerçekleştirilen ve üç farklı yardımsever davranış şekli olarak kabul edilen; bir yabancıya yardım etmek, bir kuruluşa gönüllü olarak zaman ayırmak ve bir hayır kurumuna para bağışlamak ölçüt alınarak ülkelerin ne kadar cömert olduğunu değerlendiren araştırmada yalnızca bir öğedir. 2018 yılında, Endonezya birinci sırayı alırken, ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın ardından dördüncü sırada yer aldı. ABD’yi İrlanda ve Birleşik Krallık takip ediyordu.

Fakat bu cesaretlendirici rakamların altında, en azından aşırı yoksulluk içinde yaşayanları ilgilendiren daha az cesaretlendirici bir tablo var. ABD’deki hayır işleri bağlamında en güvenilir rapora sahip Giving USA 2019’a göre, Amerikan halkının bağışladığı paranın en büyük kısmı, %29’luk oran ile, din hizmeti verenlerin maaşlarını ve kilise, cami ve sinagogların inşa ve bakım masraflarını ödeyen dini organizasyonlara gidiyor. Bu miktarın bir kısmı – 2,200 kilise baz alınarak yapılan bir araştırmaya göre, her bir dolar bağıştan yalnızca beş senti– hem yerli hem uluslararası misyonerlik faaliyetlerine gidiyor, ve bu faaliyetler belli bir dini yaymanın yanısıra yardım sağlama amacı da güdebiliyor. Yani gelişmekte olan ülkelere yapılan yardım, dini kurumlara yapılan yardımın yalnızca %5’ini oluşturan bir kısım gibi görünüyor.

Diğer en büyük sektör ise, üniversiteler ve kütüphaneleri içinde barındıran eğitimdir. Yine bu sektörde de, yardımın küçük bir kısmı düşük gelirli ülkelerden gelen öğrencilere, veya bu ülkelerdeki yoksulluk ve hastalık oranını düşürme amaçlı yapılan araştırmalara fon sağlıyor. Giving USA 2019, uluslararası yardım örgütlerine yapılan bağışları, yoksul kesime yardım sağlamayan, mesela uluslararası değişim programları yürüten ya da uluslararası barış ve güvenlik için çalışan kuruluşlarıa yapılan bağışlarla birlikte değerlendirir. Bu kategorinin tamamı, bir önceki seneye kıyasla düşerek ve 23 milyar dolardan daha az bir miktara ulaşarak, ABD’nin toplam hayır işi bağışının, yalnızca %5’ini oluşturdu.

Bu kitabı okumayı seçmiş biri olarak, aşırı yoksulluk içinde uzak yerlerde yaşayan insanların hayatlarını kurtarmak amacıyla gelirinizin önemli bir kısmını vermeye pek eğilimli olmasanız da, muhtemelen hayır kurumlarına bağış yapan ya da gönüllü hayır işi yapan bir kişisiniz. Hayırseverlik evde başlar, ve deyişe göre, çoğu insan için hayırseverlik ayrıca evde, veya ona pek de uzak olmayan bir noktada biter.

Arkadaşlarımın, meslektaşlarımın, öğrencilerimin ve derslerimi dinleyen insanların, bir hayır kurumuna bağış yapmaya karşı dirençli ve isteksiz olmalarının ardında çeşitli sebepler yer alıyor. Bu itirazları gazete makalelerinde, mektuplarda ve bloglarda da görebilirsiniz. Zengin bir Boston banliyösünde bir okul olan, Glennview Lisesi’nde (gerçek ismi bu değil) ismi Edebiyat ve Adalet olan seçmeli bir dersin öğrencileri özellikle ilginç bazı yorumlarda bulunmuştu. Öğretmenler, dersin bir parçası olarak öğrencilere, New York Times için 1999’da yazdığım ve az önce bu kitapta okuduğunuz argümanın bir versiyonunu verdiğim bir makaleyi okutarak onlardan bu argümana bir karşılık vermelerini istedi. O zamanlar Harvard Üniversitesi’nden mezun bir öğrenci olan ve ergenlik çağındaki gençlerin başkalarına karşı yükümlülüklerimiz hakkında ne düşündüğünü araştıran Scott Seider, dersin iki ayrı sınıfından 38 öğrenci ile röportaj yaptı ve kağıtlarını okudu.6 Öğrencilerin söyledikleri şeyler incelemeye değer, çünkü zengin Amerika’da hüküm süren düşünce çizgisinin bir yansımasını gözler önüne seriyor.

Belki de en temel itiraz, bağış yapmayı reddeden insanları yargılamamamız gerektiğine inanan bir Glennview öğrencisi olan Kathryn’den geldi:

Evrende herkes için siyah-beyaz bir kod yoktur. Herkesin bu konuda farklı bir fikri olduğunu ve herkesin kendi inanç ve görüşleri doğrultusunda hareket etme hakkına sahip olduğunu kabul etmek daha iyi olacaktır.

Kathryn, yoksullara karşı ahlaki yükümlülüğünün belirlenmesini kişinin kendisine bırakıyor. Ancak, koşulların bir fark yaratıyor olması ve yargıda bulunurken ya hep ya hiççi bir bakış açısından kaçınmamız gerektiği gerçeği, bize herkesin kendi inançları doğrultusunda hareket etme hakkına sahip olduğunu göstermez. Bu, çoğu insanın ciddi derecede çok yanlış bir şey yapan bir kişiyle karşılaşana dek ilgi çekici buldukları, ahlaki göreceliktir. Bir kedinin patilerini git gide ısınan bir elektrikli ızgaraya tutan bir insan gördüğümüzü ve onu durdurmaya çalıştığımızda bize “ama bunu yapmak ve kedinin çığlıklarını duymak çok eğlenceli” dediğini varsayalım. “Pekala, sen kendi inanç ve görüşlerin doğrultusunda hareket etme hakkına sahipsin” diyerek onun yanından ayrılmayız. Tıpkı tecavüzcüler, ırkçılar ve teröristlere yapacağımız gibi, hayvanlara karşı acımasız ve vahşice davranan kişileri de durdurmayı deneyebilir ve durdurabiliriz. Bağışı ve yardımı reddetmeyi bu davranışlarla bir tutmuyor ve birbirleri ile kıyaslanabilir olduklarını söylemiyorum, ancak ahlaki göreceliği belli durumlar karşısında reddediyorsak, her zaman reddetmeliyiz.

Makalemi okuduktan sonra, bir diğer Glennview öğrencisi, Douglas, ben “insanlara ne yapacaklarını söyleme hakkına sahip olmamalıyım” diyerek bir itirazda bulundu. Bir bakıma, bu konuda haklı. Benim, Douglas veya bu kitabı okuyan kişi üzerinde bir otoritem yok. Söylediğim şeyi yapma zorunluluğunuz yok. Öte yandan, şu anda, paranızla ne yapacağınıza karar vermeden önce üzerine düşünebileceğiniz argümanlar sunarak, yaptığım gibi, ifade özgürlüğü hakkına sahibim. Umuyorum ki bunun gibi önemli bir konuda düşüncenizi oluşturup kararınızı vermeden önce bu konu hakkında çeşitli bakış açılarını dinlemek isteyeceksiniz. Eğer haksız isem, şu anda bu kitabı kapatma konusunda özgürsünüz ve buna dair yapabileceğim hiçbir şey yok.

Elbette, ahlakın göreceli olmadığı ve bu konuda konuşmamız gerektiğini söyleyen biri aynı zamanda yardım ve bağış konusunda hiçbir yükümlülüğümüz olmadığını da söyleyebilir. Bir başka Glennview Lisesi öğrencisi Lucy, şu şekilde yazıyor:

Birisi yeni bir araba almak istiyorsa almalıdır. Birisi evini yeniden dekore etmek istiyorsa etmelidir, bir takım elbiseye ihtiyacı olduğunu düşünüyorsa, almalıdır. İnsanlar kendi paralarını kazanmak için kendileri çalışıyorlar ve kazandıkları parayı kendi istekleri doğrultusunda harcama hakkına sahip olmalılar.

Büyük ihtimalle bunu siz de çoktan düşündünüz: Şimdi olduğunuz yere gelebilmek için sıkı çalıştınız, böylece bunun keyfini çıkarma hakkına sahip olmadınız mı? Kapitalizmin bu kadar üretken olmasının sebebi insanları sıkı çalışma ve risk almaları karşılığında ödüllendirmesi değil midir? Amazon’da bu kitabın ilk basımı için yapılan yorumlar arasında etki açısından ilk sırada yer alan yorumda belirtildiği gibi:

Tabii ki, kimsenin bir yata veya 20.000 metrekarelik bir eve ihtiyacı yoktur, ancak paralarını güzel bir bilgisayar veya deri ceket gibi daha masum aşırılıklara harcayan insanlar, paralarını yardıma muhtaç kimselere vermedikleri için özünde korkunç ve ihmalkar dünya vatandaşları mı olmuş olurlar?

Bu açıdan bakıldığında efor karşılığı ödül düşüncesi adil görünüyor –ve tabii ki, ben hiçbir zaman paralarını kendileri için harcayan insanlar “özlerinde korkunç” kişilerdir iddiasında bulunmadım. Yine de, adalet hakkında düşünürseniz, gelişmiş bir ülkede yaşayan orta sınıf kesimde yer alan bir insan iseniz, sıkı çalışıp çok rahat bir yaşam standardına ulaşmanıza imkan veren sosyal ve ekonomik koşulların içine doğmuş olma ayrıcalığınızı göz önünde bulundurabilirsiniz. Diğer yerlerde, ne kadar sıkı çalıştığınızdan bağımsız olarak yoksul bir hayatla karşı karşıya kalabilirsiniz.

Dünyanın en zengin insanlarından biri olan Warren Buffett, hisse senetlerini seçme konusunda yeteneği olduğunu söylerken şunu da ekliyor: “Beni Bangladeş ya da Peru’nun ortasına bırakırsanız, bu yeteneğin uygun olmayan bir toprakta ne miktarda verim sahibi olacağını görürsünüz.”8 Nobel Ödülü sahibi ekonomist ve sosyal bilimci Herbert Simon’ın çıkarımlarına göre, varlıklı toplumlarda insanların kazancını oluşturmada “toplumsal sermaye”nin %90 oranında payı var. Simon bu noktada, yeterli banka sistemi, sizi suçlulardan koruyacak polis kuvveti ve birisi sizinle yaptığı bir sözleşmeyi ihlal ettiği zaman adil bir karar umuduyla başvurabileceğiniz mahkemeler gibi iyi kurumlara sahip bir toplumda yaşamaktan bahsediyordu.

Yollar, iletişim ve güvenilir güç kaynakları olarak karşımıza çıkan altyapı da toplumsal sermayenin içinde yer alır. Bunlar olmadan, ne kadar sıkı çalışırsanız çalışın, yoksullukla mücadele etmekte zorlanacaksınız. Ve yoksul insanların büyük bölümü en az sizin ya da benim kadar sıkı çalışıyor. Neredeyse sürekli, zengin uluslarda yaşayan insanların asla kabullenemeyeceği koşullarda çalışmalarına rağmen, pek seçenekleri yok. Yoksul ülkelerdeki işler çoğunlukla, bu işleri yapmak için az miktarda makine olduğu için, ağır fiziksel iş gücü gerektirir ve herhangi bir iş sağlığı ve güvenliği yönetmeliği varsa bile, bunların uygulanması çoğu zaman olası değildir. Eğer yoksul insanlar çalışmıyorsa, bunun sebebi büyük ihtimalle işsizlik seviyesinin yoksul ülkelerde varlıklı olanlara göre daha yüksek olmasıdır, ki bu da yoksul insanların hatası değildir.

Lucy, insanların kazandıkları paraları kendilerinde harcama hakkına sahip olduklarını söyledi. Buna katılsak bile, bir şeyi yapma hakkına sahip olmamız, “onu yapmalı mıyız?” sorusunu cevaplandırmaz. Bir şeyi yapma hakkına sahipseniz, sizi o şeyi yapmamaya zorlamam adil olmaz, ama size onu yaparsanız bir ahmak olduğunuzu ya da onu yapmanın korkunç bir şey olduğunu veya yaptığınız şeyin yanlış olduğunu söyleyebilirim. Haftasonunuzu video oyunları oynamakla geçirme hakkına sahip olabilirsiniz, ama aslında yapmanız gereken şey hasta annenizi ziyaret etmek olabilir. Benzer bir şekilde, zenginler paralarını yatlara, 20.000 metrekare evlere harcama veya bu konu çerçevesinde düşünülecek olursa, üzerine sifon çekme hakkına sahiptir diyebiliriz.

Ayrıca, daha mütevazı istekleri olan insanların, çalışmakla geçirdikleri uzun zamanın ardından onlara bir rahatlama fırsatı sunan daha ucuz isteklerinden vazgeçmeye zorlanmaması gerektiği konusunda da anlaşabiliriz. Ama aynı zamanda, parayı insan hayatı kurtarmak için kullanmak yerine bu tür şeyleri yapmayı tercih etmenin yanlış olduğunu ve bunun sizi, bahsi geçen Amazon yorumcusunun da söylediği gibi, “özünde korkunç ve ihmalkar bir dünya vatandaşı’’ yapacağını düşünebiliriz. Böyle düşünmeliyiz demiyorum –bu konu üzerine kitabın son üç bölümünde daha detaylı bir şekilde eğileceğim– ama bu görüş ve insanların paralarını tamamen istekleri doğrultusunda harcamaları hakkına sahip oldukları görüşü arasında bir çelişki yoktur.

Paramızla her istediğimizi yapma hakkına sahipsek, bu hak zengin kişileri paralarını başkalarına yardım etmeye zorlama veya paralarını vergilendirme gibi yollarla onlardan alma gibi girişimler karşısında oluşturulacak olan itirazlara temel sağlar. Ama ben burada aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanlara desteği arttırıcı, daha yüksek vergilendirme veya diğer türden zorlayıcı yöntemleri tartışmıyorum; ben, etik bir biçimde yaşayacaksak paramızı nasıl harcamayı seçmemiz gerektiğinden bahsediyorum. Aynı zamanda, küresel yoksulluğun azaltılmasında devletlerin rolüne karşı çıkmıyorum. Devletlerin böyle bir rolü oynamasının gerekli olup olmadığı tartışması şu anki argümanımdan ayrı bir konudur. Benim amacım, sizi, bunu okuyan bireyleri, yoksullara yardım etmek için daha fazlasını yapabileceğinize ve yapmanız gerektiğine ikna etmektir.

Liberteryenler başkalarına yardım etmenin görevimiz olduğu fikrine karşı direnirler. Kanadalı felsefeci Jan Narveson bu görüşü şekilde açıklar:

Nerede olursa olsun, başkalarına yaptığımız, onlar üzerinde sebep olduğumuz kötülüklerden kesinlikle sorumluyuz, ve o insanlara telafi borçluyuz… Ancak, genel bir görev bazında, kendilerine hiçbir kötülük veya yanlış yapmadığımız kişilere bir şey borçlu olmamız konusunda ikna edici hiçbir argüman görmedim.

Siyaset felsefesinde, ilk bakışta çekici gelen bir söz vardır: “Sen beni rahat bırak, ben seni rahat bırakayım, böylece iyi geçiniriz.” Bu, sınır zihniyetine, her birimizin kendi bölgemizi oluşturup komşular tarafından rahatsız edilmeden yaşayabileceğimiz geniş alanlarda bir yaşam idealine atıfta bulunur. Yine de, kendi hataları sonucu olmadan yardıma muhtaç bir hâle gelen insanlara karşı sorumluluklarımız olduğunu inkar eden bu felsefi görüşün duygusuz bir tarafı vardır. Liberteryanizmi ciddiye almak, iş sahibi olamayan, hasta veya engelli insanlar için devlet destekli tüm yardım programlarını ortadan kalmamızı ve yaşlılar için sağlık hizmeti ve kendi sağlık sigorta primlerini ödeyemeyecek kadar yoksul insanlar için olan tüm devlet fonunu ortadan kaldırmamızı gerektirebilir.

Bu uç görüşleri gerçekten destekleyen az sayıda insan vardır. Çoğu insan nispeten az miktarda fedakârlıkla yardım edebileceğimiz, özellikle kendi ülkesinden olan insanlara yardım etme sorumluluğumuz olduğunu düşünür ve ben burada bir sınır çizemekte haklı olmayacağımızı iddia edebilirim. Ama eğer sizi bu konuda ikna edemezsem, göz önünde bulunduracağınız başka bir argüman var: Aslında eğer bizler, dünyanın en yoksul insanlarının yoksulluğunun en azından küçük bir sebebi isek, yani eğer yoksul kişilere zarar veriyorsak, Narveson gibi liberteryenler bile verdiğimiz zararı telafi etmek için yapmamız gereken şeyler olduğu fikrine katılmak zorunda kalacak.

Bazı insanlar dünyadaki zenginliğin sabit bir miktar, çok fazla insan arasında bölünmesi gereken bir turta gibi olduğunu düşünür. Bu modelde, zengin daha büyük dilim aldıkça, yoksulun dilimi küçülür. Eğer dünya gerçekten de paylaşılan bir turtaya benzeseydi, göreceli olarak küçük bir elit kesim diğer herkes için korkunç bir adaletsizliğe sebep olurdu: çünkü dünyadaki insanların yalnızca %1’i dünyadaki servetin %45’ine sahip ve %10’dan küçük bir kısmı ise servetin %84’üne sahip. Yelpazenin diğer ucunda ise, insanların %64’ü dünyanın servetinin yalnızca %2’sine sahip. 2019’da yayınlanan bir Oxfam raporu daha da çarpıcı bir iddia ortaya atıyor: dünyanın en zengin 26 insanı küresel çapta dünyanın en yoksul %50’lik kesimi ile eşit miktarda paraya sahip.

Ve zenginliğin az miktarda kişide toplanması giderek artıyor –sadece iki yıl önce, dünyanın en yoksul %50’lik kesiminin sahip olduğu miktarda paraya sahip olmak için en zengin 61 kişinin serveti gerekiyordu. Bu figürler ne kadar çarpıcı olsalar da, birkaç kişide toplanan olağanüstü miktarda servetin başkalarının yoksulluğuna neden olup olmadığı sorusunu ele almazlar. Dünyadaki servetinin boyutu sabit değildir; bugün, örneğin 1000 yıl öncesine göre çok daha zengin bir durumdayız. Girişimciler, insanların istedikleri şeyleri üretmek için daha iyi yollar bularak servetlerini arttırırlar, fakat bu illa ki başkalarını yoksullaştırdıkları anlamına gelmez. Bu kitap, kendimizin ve bakmakla yükümlü olduğumuz kişilerin temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadarına sahip olmamak anlamına gelen aşırı yoksulluk hakkındadır. Bu mutlak bir standarttır, göreceli değil. Yani dünyadaki servetin dengesiz dağılımı –şaşırtıcı olsa da– birkaç milyarderde toplanan yoğun servetin yoksula zarar verdiğini göstermek için yeterli değildir.

Buna rağmen, zenginlerin yoksullara zarar verdiği açık olan birçok yol vardır. Ale Nodye bunlardan biri hakkında bilgi sahibi. Bir Batı Afrika ülkesi olan Senegal’de, deniz kenarında bulunan bir köyde büyüdü. Babası ve dedesi balıkçılık yapıyordu, o da balıkçı olmak istedi. Fakat yakaladığı balıkların teknesinin yakıt ücretini ödemek için zar zor yettiği altı yıldan sonra, Avrupa’daki pek çok yasadışı göçmenden biri olma umuduyla Kanarya Adaları’na doğru kanoyla yola çıktı. Tutuklandı ve sınır dışı edildi.

Yolculuğun tehlikesine ve kuzenlerinden birinin benzer bir yolculukta ölmüş olmasına rağmen, tekrar deneyeceğini söylüyor. Hiçbir seçeneği olmadığını, çünkü “artık denizde balık kalmadığını” söylüyor. Bir Avrupa Komisyonu raporu Nodye’nin haklı olduğunu gösteriyor: Nodye’nin babasının ve dedesinin yakalayarak ailelerinin geçimini sağladığı balık stokları, balıkları daha yüksek fiyatlar ödeyen ve iyi-beslenen Avrupalılara satmak için Avrupa, Çin ve Rusya’dan gelen endüstriyel balıkçı filoları tarafından yok ediliyor. Endüstriyel filolar deniz yatağı boyunca devasa ağlar çekerek balıkların üredikleri mercan resiflerine zarar veriyor. Sonuç olarak, yoksul insanların protein kaynağının büyük bir bölümü azaldı ve geçimini balıkçılıkla sağlayan insanlar ya işsiz kaldı ya da içlerine nesli tükenmekte olanlar da dahil olan yunus veya balinaları avlamaya başladılar. Afrika kıyılarındaki balıkçılık faaliyetlerini düzenleme girişimlerine rağmen, bir araştırmaya göre, yasadışı endüstriyel balık tekneleri sadece Senegal’de 300 milyon dolar, Batı Afrika’da toplamda 1,3 milyar dolar değerinde balık avladılar. Aynı senaryo dünyanın diğer kıyı kesimlerinin çoğunda tekrarlandı.

Biz varlıklı ulusların yoksullara zarar verdiği gerçeği son yıllarda artarak belirginleşti. Uganda başkanı Yoweri Museveni 2007 yılı Afrika Birliği Toplantısı’nda, sanayileşmiş ülkelere hitap ederek bu durumu açıkça ortaya koydu: “Küresel ısınmaya sebep olarak bize karşı saldırgan bir tutum sergiliyorsunuz. Alaska ve Sibirya tarımda ilerleyecek, peki bu Afrika’yı nerede bırakacak?”

Sert bir dil, fakat inkar edilmesi zor bir suçlama. Şu an atmosferde bulunan sera gazlarının neredeyse yarısı Avrupa ve Birleşik Devletler kaynaklı. Bu gazlar olmasaydı, insan-kaynaklı bir küresel ısınma olmazdı. Bu orana Afrika’nın katkısı ise, diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında, oldukça az: hayvansal üretimin sebep olduğu metan emisyonları ve tarla açma faaliyetleri dahil edildiğinde bir miktar arta da, 1751’den beri yakıt yakmanın sebep olduğu küresel emisyonun %3’ü, ki bu da sanayileşmiş toplumların yarattığına kıyasla çok daha az.

Ve her ülke iklim değişikliğinin getireceği zorluklara uyum sağlamakta sıkıntı çekecek olsa da, Museveni’nin de söylediği gibi, bu değişim dünyanın ekvatora daha yakın bölgesinde yaşayan yoksul kesim için daha orantısız olarak gerçekleşecek. Uluslararası Para Fonu’nun araştırmasına göre Bangladeş, Haiti veya Gabon gibi yıllık ortalama sıcaklığın 25 derece olduğu ülkelerde, sıcaklıktaki bir derecelik değişim, kişi başına düşen geliri %1,5’e varabilecek bir oranda düşürebilir. Ancak kişisel geliri bu denli düşürebilecek olan bir değişim ortalama sıcaklıkları çok daha düşük olan Avrupa, Birleşik Devletler, Kanada ve diğer köklü sanayileşmiş ülkeler için geçerli olmayacak.

Bazı bilim insanları yağışların ekvatora yakın yerlerde azalacağını ve kutuplara yakın yerlerde artacağını tahmin ediyor. Her halükarda, yüz milyonlarca insanın yiyeceklerini yetiştirmek için güvendiği yağış miktarı daha az güvenilir hâle gelecek. Dahası, yoksul ülkeler tarıma zengin olanlara kıyasla çok daha fazla bağımlı. Birleşik Devletler’de, çiftlik üretimi ekonominin yalnızca %1’ini oluşturuyor; Sierra Leone’de ise bu oran %60. Malawi’de ise nüfusun %80’ini neredeyse tamamı yağış miktarına bağımlı olan düşük gelirli çiftçiler oluşturuyor.

Ayrıca, iklim değişikliğinin yoksulların karşısına çıkaracağı tek sorun kuraklık olmayacak. Senegal Körfezi’ndeki Sunderban adalarından biri olan Ghoramara Adası’nın sakinleri yükselen deniz seviyesinin sebep olduğu sel ve tuzluluk oranındaki artış sebebiyle, şimdiden yeni yerleşim yerleri arıyor. Yakın zamanda bu daha büyük ölçekte etkili olmaya başlayacak. Özellikle de Mısır, Bangladeş, Hindistan ve Vietnam gibi on milyonlarca insana yuva olan sık yerleşimli delta bölgeleri, denizdeki küçük yükselmelerin yarattığı su baskınlarına karşı savunmasız durumda. Alçak mercan adalarından oluşan yerlerde konumlanan Kiribati ve Tuvalu gibi küçük Pasifik Adaları da benzer bir tehlikenin içinde, ve birkaç on yıl içinde su altında kalacak olmaları kaçınılmaz bir gerçek.

Sanayileşmiş ülkelerin yarattığı sera gazı emisyonlarının dünyanın en yoksul insanlarının çoğuna –ve daha zengin olanlarının da bir kısmına– zarar verdiğine ve vermeye devam ediyor olduğuna dair ezici kanıtlar var. Başkalarına zarar veren kişilerin bu yaptıklarını telafi etmesi gerektiğini kabul edersek, sanayileşmiş ulusların dünyanın en yoksul insanlarının çoğuna borçlu olduğunu inkâr edemeyiz.

Uluslararası Para Fonu, gelişmekte olan ekonomilerin 2050 yılına kadar yıllık 80 milyar dolar değerinde iklim adaptasyonu yatırımına ihtiyacı olduğunu açıkladı. 2014 yılında ise bu amaçla yalnızca 9,3 milyar dolar yatırım yapıldı. Uluslararası Para Fonu ayrıca şunu da ekledi: “Eşitlik gerekçesiyle, gelişmiş ülkelerin iklim değişikliği konusundaki katkılarının iklim finans bağışlarına bağlanması iyi bir fikir gibi duruyor” Bu, Başkan Musenevi’nin daha önce alıntıladığım sözlerine kıyasla daha ihtiyatla söylenmiş, bu sebeple de katılmamanın oldukça zor olduğu bir söz. Ama her iki iddiada da şu ortak varsayım var: Sanayileşmiş uluslar kendilerinden daha yoksul ve savunmasız olan uluslara zarar verdi ve vermeye de devam ediyor.

Sera gazı emiliminin artmasının zarar verici bir iklim değişikliğine neden olmamasının mümkün olmadığı bir dünyada, atmosfere daha fazla sera gazı yaymayı azaltmak bir zorunluluk olduğu için, “sen beni rahat bırak, ben de seni rahat bırakayım’’ felsefesi neredeyse imkansız hâle geliyor.

Biz cömert bir ulusuz. Devletimiz zaten bizim payımıza düşen dış yardımdan fazlasını veriyor ve bunu vergilerimizle ödüyoruz. Bu yeterli değil mi?

Amerikalılara ABD’nin, diğer zengin ülkeler ile kıyaslandığında, gelir oranlarına göre daha fazla mı, daha az mı yoksa yaklaşık olarak aynı oranda mı bağış yaptığı sorulduğunda, 20 Amerikalıdan yalnızca 1 tanesi bu soruya doğru cevap verdi. Aşağıdaki grafikten görebileceğimiz üzere, 2018 yılında , en cömert ülkeler her ikisi de gayri safi milli gelirlerinin %1’inden fazlasını vermiş olan Türkiye ve İsveç’ti. Lüksemburg, Birleşik Arap Emirlikleri, Norveç, Danimarka ve Birleşik Krallık da Birleşmiş Milletler’in ulusal gelirin %0,7’sini verme hedefini –ülkenin kazandığı her 100 doların 70 senti kadardır– yaklaşık olarak veya fazlasıyla karşılayan ülkelerdi. Dış yardımda bulunan tüm bağışçı OECD üyeleri arasında ortalama oran milli gelirin %0,38’i idi. Amerika Birleşik Devletleri, Portekiz’le eşit, Fransa, İtalya, Japonya ve İspanya’nın altında ve Yunanistan, Polonya, Macaristan ve Rusya gibi bariz şekilde çok daha az varlıklı olan ülkelerin üstünde olacak şekilde, milli gelirinin yalnızca %0,17’sini bağışladı.

ABD siyasetinde, genellikle dış yardımın çok az destek gördüğü varsayılır. Anketlerde Amerikalılara, Birleşik Devletler dış yardım için çok az mı, çok fazla mı, yoksa tam olarak yeterli oranda mı harcama yapıyor diye sık sık sorulmuştur. Geçmiş senelerde, her 10 kişiden 7’sine denk gelecek şekilde, insanların büyük kısmı “çok fazla’’ harcama yapıldığını söyledi. 2017 senesinde Maryland Üniversitesi Kamuoyu Müzakere Programı tarafından yapılan ankete göre bu oran %59’a düştü ve diğer anketlerde de %49’a kadar indi.

Bu iyi bir haber, ancak bu düşük oranlar bile ülkelerinin gerçekte ne kadar az yardım yaptığını bilse bile çok fazla yardım yapıldığını söyleyecek Amerikalı sayısının oldukça yüksek olduğunu gösteriyor. 2015’te, Kaiser Ailesi Vakfı Amerikalılara devletin harcamalarının (milli gelir dahil edilmeden) ne kadarının dış yardıma gittiğini sordu. Ortalama cevap devlet harcamalarının %26’sının diğer ülkelere yardım amaçlı gittiğiydi. Doğru cevap ise bu harcamanın %1’den az olduğudur.

Bu sonuç istisnai bir sapma değil, 1990’lardan bu yana Kaiser’den ve aynı soruyu soran diğer kurumlardan alınan verilerin genel olarak temsilidir. 2015’te yapılan Kaiser anketinde aynı zamanda Birleşik Devletler’in dış yardıma çok fazla para harcayıp harcamadığı da soruldu ve katılımcıların %56’sı çok fazla harcama yapıldığını söyledi. Kendilerine federal bütçenin %1’inden daha azının dış yardıma harcandığı söylendiğinde ise, cevaplardaki oran yarıya inerek, %28 olarak değişti. Diğer anketlerde, federal bütçenin yüzde kaçının dış yardıma gitmesinin uygun olacağı sorusuna medyan cevap %10’du. Başka bir deyişle, Amerikalıların büyük bir çoğunluğu devletin dış yardıma çok fazla harcadığını düşünüyor, ancak devletin bu doğrultuda ne kadar harcaması gerektiği sorulduğunda, şimdiki oranın on kat fazlası kadar bir sayı söylüyorlar!

Kendi ülkelerinin dış yardım için ne kadar verdiği konusunda yanlış fikir sahibi olan tek ulus Amerikalılar değil. Lowy Enstitüsünün 2018 yılında yaptığı bir ankete göre ortalama bir Avustralyalı, yalnızca %0,8 olan, dış yardıma harcanan federal bütçe oranının %14 olduğuna inanıyor. Tıpkı Amerikalılar gibi, birçok Avustralyalı da dış yardım oranında bir artış olmasını desteklemiyor, fakat dış yardıma ayrılacak doğru bütçe miktarının ne olduğu sorulduğunda önerdikleri cevap %10 oluyor.

Birleşik Devletler’den biraz daha yüksek bir oranda, Avusturalya’nın 2017 senesinde yaptığı dış yardım her ne kadar milli gelirin %0,23’ünü oluştursa da, ülkenin 2018 yılında İsviçre’nin önüne geçerek dünyada kişi başına düşen refahın en yüksek olduğu ülke olması –yani, 191.450 bin dolar servetle, tipik bir Avustralyalının dünyadaki diğer bütün ülkelerin tipik vatandaşından daha zengin olması– göz önünde bulundurulursa, bu yine de çok düşük bir orandır. Kıyaslama yapılırsa, tipik bir Birleşik Krallık vatandaşının serveti 97.170 bin, tipik bir Birleşik Devletler vatandaşınınki ise sadece 61.670 bin dolardır. Bu nedenle, Avustralya’nın en azından İngiltere’nin gayri safi milli gelirinin %0,7’sini oluşturan bağış harcamasını karşılayabileceğini düşünebilirsiniz, oysa gerçekte Avustralya’nın yaptığı bağış bu miktarın yalnızca üçte birine denk düşmektedir.

Bazı Amerikalılar Amerika’nın resmi yardım verilerinin yanlış olduğunu, çünkü Amerika’nın şahsi yardımda diğer ülkelerden çok daha fazla bağışta bulunduğunu iddia ediyor. Ancak her ne kadar Amerika çoğu varlıklı ülkeden daha fazla şahsi yardım yapıyor olsa da, OECD istatistiklerine göre, devlet yardımı olarak her ikisi de milli gelirlerinin Amerika’ya kıyasla daha büyük oranını bağışlayan iki ülke ile kıyaslandığında Amerika, şahsi yardım bazında Kanada’nın fazlasıyla altında yer alırken, İrlanda’yı da geçemiyor.

ABD hükümetinin verdiği yardımın üstüne bununla tesadüfen aynı düzeyde olan, kazanılan 100 dolar başına 17 sentlik hükümet dışı yardımı eklemek, Amerika’nın toplam yardım düzeyini kazanılan her 100 doların 34 sentinden fazla bir yere getirmez. Hükümet dışı yardım türünden karşılaştırılabilir istatistikler İngiltere, İsveç, Norveç, Lüksemburg, Türkiye ya da Birleşik Arap Emirlikleri için geçerli değil, ancak, az önce ismi verilen diğer ülkeler 2018’de ABD’nin resmi ve hükümet dışı yardımının üç katı veya üç katına yakın olacak şekilde yardım yaparken, İngiltere’nin yaptığı yalnızca resmi yardım rakamı bile, milli gelirin %0,7’lik kısmını oluşturan oranla, ABD’nin yaptığı, hükümet kaynaklı ve hükümet dışı yardımların toplamının iki katı.

Yardım hakkında yanlış inançlar –ki gördüğümüz üzere ABD ile sınırlı değiller– ülkelerinin dış yardım oranını belirlenmiş Birleşmiş Milletler hedefi olan gayri safi milli gelirin %0,7’sini oluşturan yardım oranına ulaştırmayı hedefleyen liderlere engel olabilir. Ülkenizin ne kadar çok –ya da ne kadar az– yardım yaptığının farkına varmak, bunu artırmak için atılan ilk adımdır. Dış yardım olarak verilen milli gelir oranının diğer ülkelerin gerisinde kaldığı bir ülkede yaşıyorsanız kendi başınıza bağışta bulunmak yapabileceğiniz tek şey değil. Ülkenizin ne kadar az bağış yaptığı konusunda diğer insanları bilgilendiren aktif bir vatandaş olmak ve siyasi temsilcilerinize, ülkenizin – Birleşmiş Milletler’in hedefi olan– gayri safi milli gelirin en az %0,7’sini vermesi konusunda etkili bir yardım programı geliştirmesini istediğinizi bildirmek de ayrıca önemli.

Hayırseverlik, yoksulluğun nedenlerini değil, semptomlarını hedef alan bir yara bandıdır.

Sağcılar devleti onların paralarını ele geçirip dünyanın yoksul kesimine vermesini teşvik etmemden korkuyorsa, solcular da bir kısmı da zenginleri hayır kurumlarına bağış yapmaları için yüreklendirmenin, zenginlerin, onları bu kadar zenginleştiren ve milyarlarca insanı yoksul bırakan bu küresel ekonomik sistemden yarar sağlamalarına devam ederken vicdanlarını rahatlatmalarına yol açtığını düşünebilir. Felsefeci Paul Gomberg’e göre, hayırseverlik, dikkatleri yoksulluğun kurumsal nedenlerinden –özellikle de kapitalizmden– ve bu kurumlara radikal alternatifler bulma ihtiyacından saptıran “siyasi sessizliği” besliyor.

Yoksullukla mücadele eden organizasyonlara gelirimizin daha büyük bir kısmını vermemiz gerektiğine inanıyorum, ama yoksullukla en iyi şekilde mücadele etme yolu hakkında açık görüşlüyüm. Bazı organizasyonlar – örneğin Oxfam– acil yardım, kalkınma yardımı ve düşük gelirli ülkeler için daha adil anlaşmalar için savunucululuk çalışmaları ile ilgilenmektedir. Ancak, varsayın ki, küresel yoksulluğun sebeplerini araştırdıktan ve nasıl bir yaklaşımın en yüksek ihtimalle bunu azaltacağını değerlendirdikten sonra, aşırı yoksulluğu sonlandırmanın tek yolunun küresel ekonomik düzende yapılacak bir sistematik dönüşümden geçtiği sonucuna varıyorsunuz. Bu, aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanlara yardım etmek için çalışan efektif hayır kurumlarına bağış yapmamanız, bunun yerine tüm gelirinizi ve kaynaklarınızı bu sistematik dönüşüme ayırmanız gerektiğini mi ima eder?

Hayır, etmez, en azından birkaç kritik soruyu cevaplandırmadan etmez. Ne tür bir dönüşümü görmeyi isterdiniz? Muhtemelen, Sovyetler Birliği, Çin, Küba, Kamboçya ya da kapitalizmi terk etmeyi amaçlamış diğer 20. yüzyıl rejimlerinden biri değil, çünkü hiçbiri iyi sonuçlanmadı. (Çin kağıt üstünde hâlâ komünisttir, fakat orada biraz zaman geçirmiş olan herkes kapitalizmin oraya da yeniden yerleştiğini ve orada geliştiğini görebilir.) Ardından, ne tür bir dönüşüm görmek istediğinizi tanımlayabiliyorsanız, onu uygulanabilir kılan bir yol da tanımlayabilir misiniz? Daha da önemlisi, bu yolu geçilebilir kılacak ve dönüşümü başarıya ulaştırabilecek, sizin yapabileceğiniz bir şey var mı? Yalnızca bu sorulara olumlu yanıtlar verebilmeniz durumunda arzuladığınız, küresel ekonomik sistemde olacak bu dönüşüm için çalışan organizasyonlara ayıracağınız zaman, enerji ve para anlam kazanır. Aradığınız bu sistematik

değişimi gerçekleştirebilmek mümkün değilse, ya da onu daha mümkün kılabileceğiniz hiçbir yol yoksa, vaktinizi ve kaynaklarınızı bu denli büyük ve boşa çıkacak planlara harcamaktansa, aşırı yoksulluğu bitiremeyecek, ancak aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanların sayısını azaltacak ve içinde bulundukları zorlukları ve acıyı hafifletecek türden bir strateji çok daha iyidir. Nihayetinde, yarayı iyileştiremiyor olmanız, yara bandını reddetmek için sebep bir oluşturmaz.

İnsanlara para veya yiyecek vermek bağımlılık doğurur.

Kuraklık, deprem veya sel gibi yiyeceği elden vermenin kısa vadede açlıktan ölmeyi engelleyeceği acil durumlar dışında, yoksullara doğrudan yiyecek vermememiz gerektiği iddiasına katılıyorum. Zorluğu daha hafif olan durumlarda besin sağlamak insanları bağımlı hale getirebilir. Besin başka bir ülkeden gönderiliyorsa, yerli piyasaları yok edebilir ve yerli çiftçilerin satacak mal üretmeleri için gerekli teşviklerini azaltabilir. İnsanların kendi besinlerini ve diğer ihtiyaçlarını sürdürebilir bir biçimde, kendi çalışmalarıyla karşılamalarını mümkün hale getirmeliyiz.

Bu kitabın ilk baskısında, yoksullara doğrudan para vermememiz gerektiği görüşüne katılmıştım. Ancak 2009 senesinde, kalkınma ekonomisi okuyan dört Harvard ve MIT mezunu, Kenya’da yaşayan yoksul ailelere koşulsuz para verdikleri takdirde ne olacağını görmeye karar verdiler. O parayla ne yapacaklardı? Bir görüş, yoksul insanlara nakit para verdiğiniz takdirde onu, alkol, seks ya da kumar için harcayacakları ve kısa zamanda verilen paranın hiçbir işe yaramayacağı yönündedir. Birçok ekonomist tarafından savunulan başka bir fikre göre ise, paradan yararlanacak insanlar, bu paranın en iyi şekilde nasıl harcanacağını da bilirler, öyleyse neden buna kendilerinin karar vermesine izin vermeyelim?

Öğrenciler ne olacağını öğrenmek için, kendi paralarını katılımcı ailelere herkese eşit miktarda, 1000 dolar düşecek şekilde verdiler. Alıcıların birçoğu aldıkları parayı sazdan yapılmış su sızdıran çatılarını kendilerini ve yiyeceklerini kuru tutacak metal bir çatı ile değiştirmek için harcadı. Uzun vadede, çatı kendisini finanse etti, çünkü sazdan çatıların her sene değiştirilmesi gerekir, ancak yoksul aileler metal bir çatı alabilecek parayı biriktirecek güçte değil. Öte yandan toplam gelir oranına göre, alkol harcaması bazında bir artış olmadı.

2012’de, aynı dört araştırmacı –Michael Faye, Paul Niehaus, Jeremy Shapiro ve Rohit Wanchoo– kâr amacı gütmeyen, çevrimiçi yöntemlerle fon toplayarak, yine aile başına 1000 dolar olacak şekilde Kenya, Uganda ve Ruanda’da aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanlara yardım edebilmek amacıyla GiveDirectly adlı bir vakıf kurdu. Kurucular, birkaç yıl sonra, para alan ailelerin kendileriyle benzer durumda olan ailelerden şimdi daha iyi olup olmadıklarını görebilmek için, kendilerini tamamen şeffaf olmaya ve –yeni ilaçlar veya diğer tıbbi prosedürlerin etkili olup olmadığını belirlemek için kullanılan “altın standart” gibi– titiz bir randomize kontrollü araştırma yapmaya adadılar. Sonuçlar, yoksul ailelere para vermenin, diğer nakit transferleri tarafından da teyit edilen şu etkilerini ortaya koydu:

Çalışan yetişkin sayısını azaltmıyor, ancak çocuk işçi sayısını azaltıyor;

Okula katılımı arttırıyor;

Ekonomik özerkliği artırıyor;

Kadınların karar verme gücünü artırıyor;

Diyette daha büyük bir çeşitlilik olmasını sağlıyor;

Sağlık hizmetlerinin daha fazla kullanılmasını teşvik ediyor.

2017’de, GiveDirectly, temel ihtiyaçları 12 sene boyunca karşılamak için yeterli gelir ve ek gelirin kalıcı etkisinin ne olacağını görmek için kontrollü bir çalışma yürüten, evrensel bir temel gelir planı denemesi başlattı. 2018’in sonunda, GiveDirectly’nin kurulduğu zamandan bu yana nakit yardımı sağladığı aile sayısı ise 100.000’i geçti.

GiveDirectly benim yoksullara nakit para vermek konusundaki tutumumu değiştirdi. Açıkça olumlu etkileri olan bir şey bu. Ancak garantilenmiş bir temel gelir kaynağı sağlamak yalnızca para transferi yapmaya kıyasla daha büyük bir bağımlılık yaratacak mı? Ve nakit para yardımları diğer yardım biçimlerinden daha mı etkilidir? Bu soruları cevaplandırmak için henüz yeterli verimiz yok. Bölüm 7’de, para transferini de içeren, ama aynı zamanda eğitim ve başka faydalar da sağlayan bir yaklaşım göreceğiz, bu belki bu uygulamanın tutarına denk nakit para vermekten daha iyi, ancak daha iyi olup olmadığını gerçekten görmek uzun vadeli araştırmalar gerektiriyor.

Nakit, kapitalizmin tohumudur. Onu vermek gelecekteki büyümeyi azaltacaktır.

Gaetano Cipriano yazılarımdan birini okuduktan sonra benimle iletişime geçti, çünkü, girişimci bir kapitalist olarak, yardımcı olabilecek bir bakış açısı önerebileceğini düşündüğünü söyledi. Amerika göçmenlerinden birinin torunu olarak, EI Associates isimli, Cedar Knolls, New Jersey’de, değeri yaklaşık 80 milyon dolar olan bir mühendislik ve inşaat firmasının sahibi ve şirketin yöneticisi. “Nakit, kapitalizmin tohumudur” cümlesi ona ait. Cipriano bana, sermayesini kârı artırmak ve büyümeyi sürdürmek için elinden gelen en iyi şekilde kullandığını ve bundan daha fazlasını vermenin “kendi boğazını kesmek” olacağını söyledi. Ama kendisi abartılı harcamalar yapmıyor. Bana “görkemli bir evde yaşamıyorum,” dedi, “ikinci bir evim yok. 73.000 mil ile 2001 model bir Ford Explorer sürüyorum. Hoş bir squash kulübüne üyeyim, dört takım elbisem ve iki çift siyah ayakkabım var. Yaptığım tatiller kısa ve şehir içinde olur. Bir yat veya uçak sahibi değilim.” O, bir hayır kurumuna

bağış yapıyor ve bu bağışların “ihtiyatlı ve sürdürülebilir büyüme ile dengeli bir seviyede olmasına” dikkat ediyor. Çok daha fazla para vermiş olsaydı, bunun, şimdi işine yeniden yatırım yaptığı meblağdan çıkması gerekirdi. Sonuç olarak bu da, gelecekteki kazançlarını ve belki de iş verebileceği insan sayısını ya da onlara ne kadar iyi maaş verebileceğini etkileyecekti. Ayrıca eğer ilerki hayatında daha fazla bağış yapmaya karar verecek olsaydı, şimdi daha çok bağış yapmak, ileride vermek için onu elinde daha az parayla bırakacaktı.

İlk görüşmemizin ardından geçen 12 yıldan sonra, ben kitabın elinizdeki versiyonu üzerinde çalışırken, Cipriano’ya işinin nasıl gittiğini ve yaşam tarzı veya hayırseverliğinin değişip değişmediğini sordum. Hayatı iyi gidiyordu, bu 12 yıllık süreç içerisinde servetini ikiye katlamıştı. Ford aracını, ikinci el olarak aldığı bir GMC Terrain ile değiştirmişti. Eski evinde yaşıyordu ve sözleri “hâlâ deniz kıyısında bir evim, teknem, uçağım veya metresim yok” idi. En büyük lüksü, 500.000 dolar harcayarak inşa ettiği, kendisi ve arkadaşlarının içinde zaman geçirdiği bir squash kortuydu. Ancak parasını önemli ölçüde kendisi ve ailesi için harcamıyor olsa da, bu kitabın savunduğu biçimde bağışta da bulunmuyordu. Hayırseverliğinin odak noktası çoğunlukla Amerika’da squash, eğitim, danışmanlık, gezi, üniversite desteği ve kariyer hazırlığı gibi konulara dair gençlik programları yürüten Squash ve Eğitim Birliği’ne dayalıydı.

Aynı zamanda merhum babasının çoğunlukla katılıp güzel işlerini desteklediği Newark, New Jersey’de Aziz John’un Katolik Roman Kilisesi’nce yürütülen bir aşevinin en büyük destekçiliğini yapıyordu. Şimdi, annesi ve kendisi bunu babasının anısına devam ettiriyor. Eski bir mahalle binasında yapısal bir hata belirginleşince, sahibi olduğu mühendislik firması gerekli onarımları karşılıksız olarak tasarladı. “Dünyayı değiştiremem, ancak dünya üzerindeki kendi küçük köşemi her gün biraz daha iyi olacak bir hale getirmeye çalışıyorum.” Bu cümle onun hayırseverliği tanımlayış biçimi. Şirketinin mülkiyetini çocuklarına devretmeyi planlıyor.

Sıkı çalışan, mütevazı bir yaşam süren, iyi iş imkanları sunan, büyüyüp daha fazla iş imkanı sağlamak için kârlı yatırımlar yapan ve hayır işlerinde bulunan biri yerli halka ve daha geniş anlamda ekonomiye fayda sağlamada şüphesiz değerli bir rol oynar. Çelişkili bir biçimde, kullanılmış bir araba satın almaya varıncaya dek, parasının en iyi nasıl harcanacağını açıkça bilen birisi için, Cipriano, hayırseverlik söz konusu olduğunda bu gerekliliği gözden kaçırıyor. Bu açıdan, onun bağış şekli, değer söz konusu olduğunda keskin gözü olan birisinden farklılaşıyor: Warren Buffett’tan. Buffett birinin neden ilk milyon dolarını vermemesi gerektiği konusunda örnek gösterilen bir isim. Eğer Buffet o parayı verseydi işini geliştirmek için ihtiyacı olan yatırım sermayesine sahip olmazdı ve Gates Vakfı’na bağışlamış bulunduğu 31 milyar doları hiçbir zaman kazanamazdı. O, büyük servetinin çoğunluğunu Gates Vakfı’na vermeyi planlıyor çünkü dünyanın en yoksul ülkelerinde sağlık hizmetlerini geliştirmek ve ekonomik büyümeyi teşvik etmenin, parayı Birleşik Devletler’e vermekten daha etkili olduğunu görüyor. Para yatırımı konusunda Buffett kadar yetenekliyseniz, sizin de paranızı hayatınızın ileriki dönemlerine kadar elinizde tutmanızı ve onun yaptığı gibi büyük bir kısmını bağışlamanızı öneririm. Ancak yatırım yetenekleri daha az muhteşem olan insanlar paralarını daha erken bağışlayarak ve gideceği en faydalı yere yönlendirerek daha büyük bir iyilik yapabilirler.

2008 yılında vefat eden Claude Rosenberg, RCM Sermaye Yönetimi isimli, kurumsal bir para yönetimi firmasının kurucusu ve başkanı idi, yani yatırım hakkında bilgiliydi. Ayrıca hayırseverlik konusunda da fazlasıyla bilgi sahibi olan birisiydi. New Tithing (Yeni Ondalık) adlı bir grup kurdu ve Wealthy and Wise: How You and America Can Get the Most Out of Your Giving’i yazdı. Çoğu zaman parayı hemen şimdi vermenin yatırım yapıp sonra vermekten daha iyi olduğunu, çünkü sosyal problemlerin çözülmemiş halde kaldıkça daha da kötüleştiğini iddia ediyordu. Başka bir deyişle, yatırım yaptıkça sermayenin artması gibi, sosyal problemleri çözmek için gereken maliyetinin artması da olasıdır. Ve Rosenberg’in görüşüne göre, sosyal sorunları çözmenin maliyetinin artma oranı, sermayedeki getiri oranından “katlanmış bir biçimde” daha büyüktür. Bu görüşü desteklemek amacıyla, Rosenberg yoksulluk ve diğer toplumsal problemlerin, yalnızca bir insan değil, ayrıca gelecek nesiller ve toplum üzerinde oluşturduğu ardışık etkiye işaret etti. Bu hem geniş kapsamlı hem de kanıtlaması ve çürütmesi zor olan bir iddiadır; ancak, eğer Birleşik Devletler’deki yoksulluk seviyesi için bu doğruysa, düşük gelirli ülkelerdeki yoksulluk seviyesi için doğru olması, düşük bir tabandan başlarken yüksek bir getiri elde etmenin daha kolay olması nedeniyle kısmen daha olasıdır.

Yine de, bu tam olarak yüksek gelirli bir ülkenin vatandaşlarının daha fazla para vermesinin kendi ülkelerinin ekonomilerine zarar vedikleri fikrine işaret etmez. Bu itiraz, daha önceki yazılarıma cevap olarak, o zamanlar Miami Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Colin McGinn tarafından etkili biçimde ortaya konuldu:

Şimdiye kadar sahip olduğunuz her bir kuruşu alıp Afrika’da yaşayan yoksullara verseydiniz ne olurdu? Bir ekonomimiz olmazdı, yeni servet yaratma veya birilerine yardım etme yeteneğimizi yitirmiş olurduk.

Burada McGinn’in kullandığı “siz” kelimesinin bunu okuyan kişi olan (you) birey mi, yoksa bir grup Güney Amerikalının adlandıracağı şekilde siz (y’all) mi olduğu belirsizdir. Eğer siz [buraya adınızı yerleştirin] şimdiye kadar sahip olduğunuz her kuruşu Afrika’daki yoksullara verseydiniz, milli ekonomimiz bunun farkında bile olmazdı. Bu kitabı okuyan herkes bunu yapsaydı bile, ekonomi pek de etkilenmezdi (kitabın okuyucu sayısı en çılgın hayallerimin ötesine geçmedikçe). Eğer Amerika’daki herkes bunu yapsaydı, milli ekonomi mahvolurdu. Ancak, şu an, bu son olasılık hakkında endişelenmemiz için hiçbir sebep yok: gerçekleşeceğini gösteren hiçbir işaret yok, ve olsaydı bile, bunu savunmuyorum.

Bunun net sebebi, çok az sayıda insanın büyük miktarda bağış yapması, ve dolayısıyla, daha fazla verilmesi gereken miktar için oluşan ihtiyacın çok fazla oluşudur. Bu çok fazla ihtiyaç, her birimizin verdiği miktar arttıkça, kurtarabileceğimiz hayat sayısının da artması anlamına gelir. Ancak, eğer herkes şu an verdiğinden önemli miktarda daha fazla verseydi, tamamen farklı bir durumda olurduk. Yoksul ve zengin arasındaki kocaman uçurumdan dolayı, eğer herkes bağış yapıyor olsaydı insanların sahip oldukları her kuruşu Afrika’daki yoksullara vermelerine ihtiyaç olmayacaktı. Bu kitabın sonuna gelmeden göreceğiniz üzere, rahatça yaşam sürmek için yeterli parası olan herkesin yapacağı oldukça mütevazı katkının, her gün 1,90 dolar sınırının altında yaşayan dünyanın aşırı yoksul insanlarını bu sınırın üstüne çıkarma hedefi için yeterlidir. Bu mütevazı katkı yapılsaydı, çocukların A vitamini eksikliğinden görme yetisini kaybettiği, sıtma önleyici ilaçlara ya da cibinliğe sahip olmadıkları için sıtma oldukları, veya sadece birkaç kuruş tutan tedaviler ile kurtarılabilecekken ishalden öldükleri bir durumda olmazdık. Yani, ister az sayıda insan fazla miktarlar versin, ister çok sayıda insan az miktar versin, büyük ölçekli aşırı yoksulluğu sona erdirmek zengin ülkelerin ekonomilerini felce uğratmaz. Girişimcilik faaliyetleri ve bireysel zenginlik için bol miktarda alan bırakır. Dahası, uzun vadede, şu anda küresel ekonominin dışında olan 736 milyon yoksul insanı içeriye almak, yeni piyasa ve ticaret/yatırım için fırsatlar yaratarak küresel ekonomiyi küçültmeyeceği gibi, geliştirir.

Oxford, Princeton ve Stanford Üniversiteleri’nde eğitim vermiş başka bir felsefeci Alan Ryan’ın, benim görüşlerime farklı bir cevabı var:

İnsanlar aileleri, bulundukları topluluklar ve ülkeleriyle özel ilişkilere sahiptir. Bu, insan olmanın normal bir özelliğidir ve insanlığın tüm tarihi boyunca çoğu insan bunda hiçbir yanlış görmemiştir.

Çoğumuzun ailelerimizi, arkadaşlarımızı ve bulunduğumuz toplulukları yabancılara kıyasla daha çok umursadığımız doğru. Bu doğaldır ve yanlış da değildir. Ancak bu tür tercihler ne kadar ileri gitmeli? Bir Glennview Lisesi öğrencisi olan Brendan, yoksullara yardım etmektense, sahip olduğumuz ihtiyaç fazlası parayı “bu paraya ayrıca ihtiyacı olan ailemiz ve arkadaşlarımıza harcamanın daha iyi olabileceği” düşüncesine sahipti. Eğer ailenizin ve arkadaşlarınızın paraya gerçekten, aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanların ihtiyacı olduğu gibi ihtiyacı varsa, tanımadığınız insanlara vermeden önce onlara vermeye karşı çıkmak insan doğasına fazlasıyla aykırı olurdu. Neyse ki, zengin ülkelerdeki çoğu orta sınıf insan bu seçimi yapmak zorunda değil. Normalde harcadıkları miktardan biraz fazlasını harcayarak aileleriyle yeterli bir biçimde ilgilenebilir ve aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanlara yardım amaçlı kullanılabilecek paraya yine de sahip olabilirler. Kabul edilmelidir ki, dengenin nerede sağlanacağını söylemek zor. Bu soruya kitabın ilerleyen bölümlerinde döneceğim.

Bir başka Glennview Lisesi öğrencisi Kiernan, Alan Ryan’ınkine benzer bir noktaya değiniyor:

[İhtiyacımız olmayanı yoksullara vermek] dünyayı daha iyi, daha eşit bir yer yapar. Ancak bu, küçük bir çocuğun bir paket şeker aldıktan sonra bir parçasını kendine ayırıp kalanını başkalarına vermesi gibidir. Bu hiç de böyle olmuyor.

Bu açıklamaların tümünde belirtilen sorun, biz insanların genel olarak yaptığımız şey ve yapmamız gereken şey arasındaki ilişkidir. Ontario’daki Queen’s Üniversitesi’nde felsefe öğrencisi olan Brendan O’Grady bu sorun hakkında bir blog yazısı paylaştığı zaman, bir diğer felsefe öğrencisi olan Kanadalı Thomas Simmons’tan aşağıdaki cevabı aldı:

Tabii ki insanların ölmesini istemiyorum, yalnızca genel olarak kendimi onlara bağlı hissetmiyorum. İnsanların açlıktan öldüğü yerleri görmüş olsam farklı düşüneceğim konusunda hiç şüphem yok, ancak şu anda benden çok uzakta oldukları için bu şekilde düşünüyorum. Bu bağışları yapmayarak, dolaylı olarak kendi hayatımın zenginliğine diğer birçok insanın temel ihtiyacının üzerinde değer vermiş olurum. Ve sanırım, bunu yapıyorum da. Bunu yaparak ahlaksız mı olmuş oluyorum? Belki.

O’Grady bunu sorguladığı zaman, Simmons pozisyonunu netleştirdi: “Ahlaki bir savunma yapmak değil –yalnızca nasıl hissettiğimi açıklamak amacıyla, kişisel hislerimi belirtme niyetindeyim.” Bir şeylerin nasıl olduğunu tanımlamak ve nasıl olmaları gerektiğini belirtmek arasındaki ayrım aynı zamanda Kiernan ve Alan Ryan’ın söyledikleri için de geçerlidir. Kendi ailelerimize, arkadaşlarımıza, içinde bulunduğumuz topluluklara ve ülkemize yardım etme eğiliminde olduğumuz gerçeği belki de bu sınırlar dışında yaşayan yoksulların hayatını kurtarma konusunda neden başarısız olduğumuzu açıklayabilir; ancak, atalarımızın nesiller boyunca bunu yanlış görmemiş olması, bu başarısızlığı etik bir perspektiften açıklamaz. Yine de, neden bu şekilde bir tutum sergilediğimiz ile ilgili iyi bir açıklama değişimin ne derecede mümkün olduğunu anlamak için önemli bir ilk adımdır.

Gaetano Cipriano kendi halkına bağış yapmasına gerekçe olarak daha farklı bir sebep sunuyor. “Burada, New Jersey’de çok fazla ihtiyaç var” diyor. Programlarını farklı şehirlerde yürüten diğer kişilerin yanı sıra, St John Kilisesi aşevini işleten rahip ve Squash ve Eğitim Birliği’ni yöneten kişi ile kişisel olarak tanışıyor olması da muhtemelen bu düşüncesinde daha büyük bir etkiye sahip. Söylediğine göre, bu şekilde, parasının nasıl düzgün, etkili ve uygun maliyetli bir şekilde harcandığını biliyor ve bu hayır kurumları “gerçek, ölçülebilir, elle tutulur sonuçlar” alıyor. Öte yandan, bana, “Afrika’dan kimseyi tanımıyorum” diyor.

Elbette New Jersey’de karşılanmamış ihtiyaçları olan insanlar var. Ancak bu ihtiyaçlar uygun maliyetli bir biçimde karşılanabilir mi? Eğer yalnızca Amerika’daki yardıma muhtaç insanlara yardım etmenin göreceli maliyetine odaklanırsak, evet, Cipriano’nun bağış yaptığı hayır kurumları uygun maliyetlidir. Fakat eğer, küresel bir perspektiften bakarsak, Bölüm 6’da daha detaylıca göreceğimiz üzere, zengin bir ülkedeki insanlara yardım etmek, maliyetin uygunluğu açısından, düşük gelirli ülkelerde aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanlara yardım etmek ile kıyaslanamaz. Aynı şekilde, düşük gelirli bir ülkede yaşayan kişilerle kişisel bağ eksikliği, orada yaşayanlara yardım etmemek için bir gerekçe oluşturmaz. Göreceğimiz üzere, hayır kurumları tarafından elde edilen “gerçek, ölçülebilir, somut sonuçları” kontrol etme konusunda titizce çalışan hayır kurumu değerlendiricileri var. Bunlar, bağışlanan paraları hesaplamak için yüzlerce saat çalışmaya hazır olmayan bağışçılara kıyasla çok daha iyi iş çıkarıyorlar. Bağışçılar saatlerini bu iş için ayırmaya istekli olsalar bile onların bunu doğru şekilde yapacak uzmanlığa sahip olma ihtimalleri düşüktür.

Yaptığımız şey bir kara deliğe para dökmek değil midir?

Bu kitabın ilk baskısı yayımlandıktan sonra, bununla ilgili birçok röportaj yaptım. Bazıları, dinleyicilerin arayabilecekleri türden radyo programlarıydı ve aldığım en yaygın itirazlardan biri düşük gelirli ülkelerdeki yoksul insanlara yardım etmek için halihazırda büyük miktarlarda para harcadığımız, ancak hâlâ aşırı yoksulluk içinde yaşayan milyonlarca insan olduğuydu. Yani, bu tamamen umutsuz, çözülemez bir problem değil miydi?

Bölüm 1’de gördüğümüz gibi, bu yanıt son 50 sene içerisindeki en önemli gerçeklerin göz ardı edildiğini gösterir. Hâlâ aşırı yoksulluk içinde yaşayan milyonlarca –hatta belki yüz milyonlarca– insan olduğu elbette doğru, ancak 7,6 milyar nüfusa sahip bir dünyada, bu oldukça küçük bir pay. Aslında, temel ihtiyaçlarını karşılayamayacak durumda olan insan sayısının oranı, beşinci yaş gününü göremeden ölen çocukların oranı gibi, büyük ihtimalle, türümüzün var olduğu zamandan bu yana, en düşük seviyededir. Şüphesiz günümüzde beklenen yaşam süresi daha önce hiç olmadığı kadar yüksek.38 İki yüzyıl öncesine, 1800’lere dönelim. Dünyada beklenen yaşam süresi en yüksek olan ülkede –Belçika’da– yeni doğan bir vatandaşın yaşam beklentisi yalnızca 40 sene idi. Hindistan’da, bu sayı yalnızca 25 sene idi. Bugün, dünyanın her ülkesinde yaşam beklentisi 50’nin üzerindedir. Bugün Sierra Leone’de doğan birinin 1800 senesinde Belçika’da doğan birinden 10 sene daha fazla yaşaması beklenebilir.

Yani hiç ilerlemediğimiz düşüncesi bir mittir, ama bu mit neden bu kadar yaygın? 2018 senesinde bir taşın altında yaşamadıysanız, Tayland’da 12 çocuğun ve futbol koçlarının bir mağarada mahsur kaldıklarını bilirsiniz– günlerce dünya çapında manşetlerdeydi. Tabii ki, 12 çocuk ve koçlarının kurtarılması iyi bir şey, ancak bu nasıl 1990’dan 2015’e kadar olan çocuk ölüm oranlarındaki düşüş ile, –ki bu her gün 746 çocuğun kurtarılması anlamına geliyor– kıyaslanabilir? Sorun şu ki, kim olduğu bilinen 12 çocuğun bir mağarada mahsur kalması ilginç bir hikaye olabilirken, 25 sene boyunca her gün kurtulan 746 hayat haberlerde hiçbir zaman karşımıza çıkmıyor.

Zaten şimdiden çok fazla insan var!

Dinleyicilere küresel yoksulluk hakkında konuşma yaptığımda, gezegenimizin halihazırda barındırabileceği sayıdan daha fazla insan barındırdığı, ve yoksul insanların hayatını kurtarmamız sonucunda daha fazla insanın besinlerimiz tükendiğinde ve nüfus yoğunlaştığında kaçınılmaz olarak öleceğini söyleyen kişiler tarafından itiraz alıyorum.

Bu itiraz, nüfus artışının besin teminini her zaman aşacağını öne süren 18. yüzyıl İngiliz ekonomist ve din adamı Thomas Malthus’un düşüncesinin kalıntısıdır. Salgınlar ve felâketler insan nüfusunu belli bir seviyede tutmasaydı, “devasa kaçınılamaz kıtlığın” bunu gerçekleştireceğini yazmıştı.39 İki yüzyıl sonra, 1968 yılında, Paul Ehrlich çok satan kitabı Nüfus Bombası‘nda (The Population Bomb) insanlığı beslemek için verdiğimiz savaşı çoktan kaybettiğimizi yazdı. 1985 yılına kadar, dünyada “yüz milyonlarca insanın kıtlıktan öleceğini,” insanlığın “büyük kıtlıklar” tarafından süpürüleceğini öngördü.

Neyse ki, Malthus da Ehrlich de yanılıyordu. Ehrlich bu korkunç öngörüsünü yaptıktan sonra, birey bazında besin üretimi fazlasıyla arttı ve düşük gelirli ülkelerde yaşayan, günlük 2,200 kalori –temel bir yeterlilik– almayan insan oranı, 2015’te hafifçe artmaya başlamadan önce her 2 insandan 1’i iken, 10 kişi içinde sadece 1 kişiye düştü. Bunu yazdığım sırada, en son yapılmış olan araştırmaya göre 2017’de 821 milyon insan, ya da dünyada 9 kişiden yaklaşık 1 tanesi, kronik besin eksikliği ile karşı karşıya.

Bugün, dünyanın nüfusu artmaya devam etse ve 2050 yılında yaklaşık 9,8 milyarı, 2100 yılında 11,2 milyarı bulması beklense de, dünyada herkesi yeterli bir diyetle beslemeye yetecek olandan fazla yiyecek üretiliyor. Eğer hepsi insanları beslemek için kullanılsaydı halihazırda da herkese yetiyor olurdu. Birleşik Devletler dünyanın en büyük mısır üreticisi, ama üretilen mısırın üçte birinden bile azı insanlar tarafından besin olarak kullanılıyor. Neredeyse %40’ı Amerikan üretimi arabaların gaz tankına pompalanmak için etanole dönüştürülüyor ve %26’sı diğer tahıllar ve soya fasulyesi ile birlikte hayvanları beslemekte kullanılıyor. Dünya çapında, mısır tarafından üretilen

kalorinin %36’sı hayvan besini olarak kullanılıyor ve bunun yalnızca %12’si bize hayvansal ürün olarak geri dönüyor. Kalanı –dünyanın tamamında üretilen mısırlar ile gelen kalorinin yaklaşık olarak üçte biri– direkt olarak hayvanlar tarafından, ısınmak ya da vücutlarının bizim yemediğimiz kısımlarını geliştirmek için kullanılıyor.

Dünyadaki besin tükenmiyor. Sorun şu ki, yüksek gelirli ülkelerdeki insanlar, yetiştirdiğimiz mahsulleri doğrudan yemeleri halinde mümkün olabileceğin 4-5 katı fazlası yiyecek tüketebilmenin bir yolunu bulmuştur. Yine de, nüfusun dünyanın en yoksul ülkelerinde en hızlı biçimde artıyor oluşu endişelenmek için bir sebep yaratıyor. Birleşmiş Milletler Nüfus Birimi’ne göre, 26 Afrika ülkesi 2050 yılı itibarı ile mevcut nüfuslarını ikiye katlayacak ve beklenen o ki 2100 yılında Angola, Burundi, Nijer, Somali, Tanzanya ve Zambiya bugün sahip oldukları insan sayısının beş katı kadar insana sahip olacak. Öte yandan, Nijerya’nın nüfusu da hızlı bir şekilde artıyor ve daha büyük bir tabandan başladığı için, 2100 yılında 794 milyon nüfusa sahip olması öngörülüyor, ve bu sayı o zaman yalnızca Hindistan ve Çin tarafından aşılmış olacak. Nijerya’nın nüfus büyümesi, hatırı sayılır petrol gelirine rağmen, sadece 55 yıllık yaşam süresi beklentisi olan, nüfusunun %98’inin yoksul veya düşük gelirli olduğu ve %53’ünün Dünya Bankası aşırı yoksulluk sınırının altında kaldığı bir ülkede meydana geliyor.

Günümüzde belli kesimlerde, nüfus büyümesi hakkında konuşmaya karşı isteksizlik var. Bunun sebeplerinden biri, kitlesel kıtlığa dair daha önce yapılan panik yaratıcı çıkarımların zorla kısırlaştırma veya zorla kürtaj gibi insan hakları ihlallerine yol açmış olmasıdır. Nüfus hakkında konuşmanın sınırlandırılmasının bir diğer nedeni ise beyaz insanların, özellikle beyaz erkeklerin, Afrikalı kadınlara ne kadar çocuğa sahip olması hakkında bir şeyler söylememesi gerektiği inancıdır. Ancak Afrikalı kanaat önderleri de nüfus hakkında konuşmamız gerektiğini söylüyor. İkisi de Nijerya’da olan Imo Devlet Üniversitesi ve Ibadan Üniversitesi’nde eğitim alan Alex Ezeh, nüfus sorunlarını “odadaki fil” olarak adlandırıyor ve geliştirme topluluğunu bu konuyu görmezden geldikleri için eleştiriyor.

Fakat, düşük gelirli ülkelerdeki nüfus büyümesi hakkındaki endişelere verilen doğru yanıt, kesinlikle Ekolojist Garrett Hardin’in 1970’lerde söylediği gibi yardım etmeyi kesmemiz gerektiği, çünkü yapılan yardımın işleri yalnızca kötüleştirdiği değildir. Bu yaklaşım, geleceği tahmin etme yeteneğimize duyulan aşırı güvene dayanıyordu. Hardin, Hindistan ve Bangladeş gibi ülkelerin “taşıma kapasitelerini” aştıklarını ve yardım sağlamanın, kaçınılmaz bir kıtlık oluştuğu zaman daha fazla insanın ölümüne neden olacağını iddia etti. Öngörülen feci kıtlıklar hiçbir zaman gerçekleşmedi ve günümüzde bu ülkeler 1970’lerdeki durumlarına kıyasla daha büyük, ancak aynı zamanda daha iyi beslenen nüfuslara sahipler.

Yüksek nüfus artışına sahip ülkelere yapılan yardımı kesmemek için bir neden de yoksulluğu azaltmanın aynı zamanda doğurganlığı da azalttığına dair pek çok kanıtın olmasıdır. Eski bir Uluslararası Planlı Ebeveynlik Federasyonu yöneticisi olan Steven Sinding şöyle diyor: “İyileştirilmiş yaşam stadartlarından düşük doğurganlığa uzanan nedensel bir ilişki olduğu artık pek tartışmalı bir konu değil.” Çocuk ölümlerinin sık olduğu ve sosyal güvenliğin olmadığı yerlerde, ebeveynler yaşlandıkları zaman kendilerine bakılacağından emin olmak için çok çocuk yapıp geniş aileler kurma eğilimindedir ve kırsal kesimlerdeki ailelerin durumunda ise sebep tarım işlerinde çalışacak iş gücü üretmektir. Ülkeler sanayileştikçe, yaşam standartları artar, daha fazla insan şehirlere göç eder ve doğurganlık oranları düşer. Bu Avrupa ve Kuzey Amerika’da, sonrasında ayrıca Asya ve Latin Amerika’da gerçekleşti. Özellikle kentsel alanlarda, Sahra Altı Afrika aynı yolda ilerlemeye başladı, her ne kadar yola yüksek seviyeli bir doğurganlıkla çıkılmış ve çok genç bir ortalama nüfusa sahip olunmuş olsa da.

Kız çocuklarını eğitmek de doğurganlığı azaltır. Mali’de, eğitimsiz olanlar ortalama yedi çocuğa sahip iken, orta öğretim ya da daha yüksek eğitime sahip kadınlar ortalama üç çocuğa sahiptir. Guatemala’da uzun dönemli bir araştırma, bir kız çocuğunun okulda geçirdiği fazladan her bir senenin kızın ilk çocuğuna sahip olma yaşının altı veya on ay arasında yükselmesini sağladığını gösterdi. Hindistan’ın en yoksul kentlerinden biri olan Kerala, eğitimin doğurganlık üzerindeki etkisinin kanıtıdır. Yoksulluk seviyesine rağmen, Kerala Hindistan’ın geri kalanından daha yüksek okur-yazarlık ve cinsiyet eşitliği oranına sahiptir, ve kadınlarının sahip olduğu ortalama çocuk sayısı yalnızca 1,7’dir. Bu İsveç veya Birleşik Devletlerden bile düşük bir orandır; Hindistan’ın okur-yazarlık seviyesi ve kadınların statüsü açısından daha kötü durumda olan yerlerini saymıyorum bile. Yani yardımlar, okur-yazarlık ve cinsiyet eşitliğini artırmada bir araç olarak kullanılmaları halinde, sürdürülebilir bir nüfusa ulaşmaya yardımcı olabilir.

Yine de, yüksek doğurganlık seviyesine sahip yoksul ülkelerde, nüfusun asgari düzeyde makul ve sürdürülebilir bir yaşam standardı sağlayan bir düzeyde sabitlenmesi amacıyla doğurganlığı yavaşlatmak için daha doğrudan önlemlere ihtiyaç duyulabilir. Ancak bu da yardımın önemini azaltmaz. Kadınlara ulaşmak ve onlarla doğum kontrolü hakkında konuşmanın bir yolu da onlara temel sağlık bakımı sağlamaktır ve bu yüzden de bu çabaların merkezinde yer alır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, gelişmekte olan ülkelerde, üreme çağında olup hamilelikten kaçınan ancak modern doğum kontrolü yöntemleri kullanmayan 214 milyon kadın bulunuyor. Nüfus büyümesini durdurmanın başta gelen bir öncelik olması inancı efektif bir hayır kurumuna bağış yapmaya engel değildir; aksine, Uluslararası Nüfus Hizmetleri’ne bağışta bulunmak ve hediyenizin aile planlaması projeleri için ayrılmasını istemek için bir sebeptir.

Yaptığım yardımın yardım etmek istediğim insanlara ulaştığını ve hayatlarında olumlu bir değişim yarattığını nasıl bilebilirim?

Bu kitabı ilk yazdığım zamandan bu yana hayırseverlik ve uluslararası geliştirme topluluğunda yaşanan en büyük değişimlerden biri aşırı yoksulluk içinde yaşayan insanlara yardım etme yollarını ve en başarılı müdahaleleri sağlayan örgütleri değerlendiren bağımsız örgütlere artan ilgidir. (Kitabın ilerleyen bölümlerinde tekrar göreceğimiz) GiveWell, hayır kurumlarının çalışmalarının titiz bir şekilde değerlendirilmesi için yeni standartlar belirlemek konusunda öncüydü. İyi Girişimler Vakfı’nın (Good Ventures Fortune) sahipleri Dustin Moskovitz ve Cari Tuna’nın ileri görüşlü cömertliği sayesinde, GiveWell hayır kurumlarını araştırma ve en efektif olanları bulma kapasitesine sahip. Daha ilk başlarda, harcanan her dolar karşılığında yapılan iyilik açısından, yüksek gelirli ülkelerdeki kâr amacı gütmeyen kurumların, düşük gelirli ülkelerdeki kâr amacı gütmeyen kurumlar ile yarışamadığı anlaşıldı. GiveWell’in katı standartları, web sitelerine giderek en üst sırada yer alan hayır kurumlarından birini seçerseniz, aşırı yoksulluk içindeki insanların bağışınızdan fayda sağlayacağından ve bu faydanın son derece uygun maliyetli olacağından emin olabileceğiniz anlamına gelir.

İsmini aldığı bu kitap sayesinde var olan bir diğer organizasyon, The Life You Can Save (Kurtarabileceğin Hayat), daha aşırı yoksulluğu ve sonuçlarını azaltmayı hedefleyen son derece efektif kurluşları önerir. 2012’de, Charlie Bresler tarafından bir e-posta aldım. Kendisini, büyük bir perakende zincirinin başkanı olma yolunda “tökezleyen” eski bir psikoloji profesörü olarak tanımladı. Ancak hayatını iş dünyasında harcayarak geçirmenin gerçekten istediği şey olduğunu hiçbir zaman düşünmemiş. Bu kitabı okuyup yoksulluk içinde yaşayan insanlar hakkındaki fikirlerimi desteklemesi, onu yardım edip edemeyeceği konusunda düşündürmüş. O zamanlar, kitabın insanları aşırı yoksulluk içinde yaşayanlara yardım etmek için gelirlerinin bir bölümünü vermeye cesaretlendiren bir web sitesi vardı ve bazı gönüllüler bu siteyi bir organizasyona dönüştürmem konusunda bana yardımcı oluyordu, ancak, enerjik bir tam zamanlı yöneticiden yoksun işlerde çoğunlukla karşılaşıldığı üzere, süreç yavaş ilerliyordu. Charlie bir adım attı ve tam zamanlı olmasına rağmen –saatler süren çalışmaları karşılığı hiçbir zaman hiçbir ücret almayarak, teknik olarak yine bir gönüllü olarak çalıştı– ve The Life You Can Save’i insanları bağımsız araştırmalar tarafından incelenmiş kâr amacı gütmeyen kuruluşlara bağış yapma konusunda cesaretlendiren ve kendilerinden daha az şansa sahip olan başkalarının hayatlarında ne denli değişimlere sebep olabileceklerini onlara anlatmak amacıyla geniş bir halk kitlesine ulaşan bir organizasyona dönüştürdü.

Kurtarabileceğin Hayat
Küresel Yoksulluğu Sona Erdirmek için Payına Düşeni Yapmanın Yolları

Yazar: Peter Singer
Türkçeye aktaran: Eylül Adıgüzel ve Berk Celayir

Umut Güner

Tarihçi yazar Umut Güner, Ortaçağ Tarihi, Siyaset ve İktidar Felsefesi ile Politik Kuramlar alanlarında ihtisas çalışmaları yürütmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu