amerika gazete haberleri haberler
Felsefe

Çok Fazlasını İstemek?

Bu kitabın ilk bölümünde, iyi insanlar olmak için, daha fazlasını verdiğimizde neredeyse bağışlarımızın önleyebileceği kötü şeyler kadar önemli bir şeyi feda etmemiz gerekecek kadar vermemiz gerektiğini savundum. Artık bağışlarımızın sağladığı fayda hakkında daha iyi bir fikre sahip olduğumuza göre, şimdi geriye dönüp sonuçlarının çok ileriye gitmesi nedeniyle bu ahlaki argümanda yanlış bir şeyler olması gerektiği hissini daha derinlemesine inceleme zamanı. Hemen hemen hepimiz ihtiyacımız olmayan şeylere para harcıyoruz; ahlaki davranmak için gerçekten onlardan vazgeçmemiz gerekiyor mu? Yükümlülüklerimize dair bu tür talepkâr sonuçlardan uzak duran farklı görüşleri incelemek karar vermemize yardımcı olacaktır.

Adil Bir Paylaşım

Adalet anlayışımızın, payımıza düşenden fazlasını yapmamaya yönelik bize güçlü bir motivasyon sağladığını gördük. Fakat herkesin payına düşeni yapması durumunda bizim payımıza düşecek olan yardımdan fazlasını yapmanın adaletsiz olduğu fikri, bize payımıza düşenin sınırlarını aşmamak için ahlaki bir gerekçe sağlar mı? Liam Murphy ve Kwame Anthony Appiah isimli iki felsefeci bu soruya olumlu yanıt veriyor. Dünyanın zengin insanlarının büyük ölçekli aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmak için yeterli yardımı sağlamak zorunda olduğu konusunda hemfikirler. Ama onlara göre bu, grup olarak sahip olduğumuz bir zorunluluktur. Grubun her üyesi yalnızca kendi payından sorumludur, daha fazlasından değil. Appiah’nın Cosmopolitanism isimli eserinde belirttiği gibi: “Eğer dünya üzerindeki birçok insan kendi payına düşeni yapmıyorsa, ki belli ki yapmıyor, bana öyle geliyor ki onların açığını kapatmak için kendi hayatımı rayından çıkarmakla sorumlu tutulamam.”

Sadece bu görüşün ne anlama geldiğini görmek için, varsayalım ki Murphy ve Appiah haklı. Sizin payınıza düşen ne olurdu? Eğer dünyanın en yoksul insanlarının düzgün bir yaşam sürebilmesi için ihtiyacımız olan yardım miktarını ve bu tutarın katkıda bulunabilecek konumdaki nispeten daha varlıklı insanların sayısına bölümünü bilseydik, işte bu size yoksullara karşı yükümlülüğünüzü yerine getirmek için ne kadar bağış yapmanız gerektiğini, yani payınıza düşeni söylerdi.

Bu tutarı hesaplamanın çok basit bir yolu, dünyadaki yoksulların gelirinin ne kadarının Dünya Bankası’nın günlük 1,90 dolarlık aşırı yoksulluk sınırının altına düştüğünü tahmin etmek ve ardından yoksulların bu sınırın üzerine çıkabilmek için ne kadar paraya ihtiyaç duyacağını hesaplamaktır, böylece temel ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek gelire sahip olacaklardır. Laurence Chandy, Lorenz Noe ve Christine Zhang bu hesaplamayı yaptılar ve aşağıdaki grafikte belirtilen tutara ulaştılar. Bu sayılar, dış yardım artarken herkesi yoksulluk sınırının üzerine çıkarmak için gereken miktarın düştüğünü gösteriyor. 1980’de herkesi yoksulluk sınırının üzerine çıkarmak için 300 milyar dolar, yani dünyadaki tüm bağışçı ülkelerin resmi dış yardımın değerinin yaklaşık üç katı gerekiyordu. Bugün 80 milyar dolar olan gerekli miktar, 170 milyar dolarlık toplam dış yardım değerinin yarısından az. (Bu tutarlar 2015 ABD doları cinsinden ifade edilmiştir.) Karşılaştırırsak, 2017’de Amerikalıların alkollü içeceklere harcadığı miktar 72,5 milyar dolar. Bunun yarısını yoksul insanlara vermek tüm Amerikalıların payına düşeni karşılayacak ve içki içmekten hoşlananların hâlâ bir miktar içki içmesine imkân verecektir.

Tüm insanların gelirini aşırı yoksulluk sınırının üzerine çıkarmanın bugün daha ucuz olmasının iki nedeni var. Bunlardan biri, 1980’de yaklaşık 2 milyarken 2015’te 736 milyon olan, bu sınırın altında yaşayan insan sayısındaki dramatik düşüş. Diğeri ise, hala sınırın altında kalanların ortalama gelirinin de 1980’de 1,09 dolar iken 2012’de 1,34 dolara yükselmesidir (yine, sabit dolar üzerinden ifade edilmiştir). Yani aşırı yoksulluk içindeki ortalama bir insanı sınırın üzerine çıkarmak için gereken miktar eskisinden daha az. Yoksulluk açığını kapatmanın 80 milyar dolarlık maliyetini, daha iyi durumda olan ülkelerin kazandıklarına göre belirlemek için, bunu İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’na (OECD) üye ülkelerin gayri safi yurt içi hasılası ile karşılaştıralım. OECD üyeliği, dünyanın zengin uluslarını ve tam olarak zengin olmasa da yine de düşük gelirli ülkelere kıyasla durumu iyi olan birkaç ülkeyi kapsar. Çin veya Hindistan’ı veya önemli sayıda insanın aşırı yoksulluk içinde bulunduğu ülkeleri kapsamaz. 2017 yılında OECD üyesi ülkelerin toplam gayri safi yurt içi hasılası 49,78 trilyon dolardı. Dolayısıyla, yoksulluk açığını kapatmak için gereken katkı, gelirin % 0,16’sı veya başka bir deyişle bu ülkelerin kazandığı her 100 doların 16 sentidir.

Aslında, bu hesaplama bir tür düşünce deneyi ve aşırı yoksulluğu sona erdirmek için pratik bir planı finanse etmenin maliyeti değil. İlk olarak, bahsettiğimiz şey yıllık gelir, bu nedenle aşırı yoksulluk ancak bu tutar her yıl süresiz olarak aktarılırsa sona erer. Yine de gördüğümüz gibi, bu kolaylıkla yapılabilir, çünkü elde edilen toplam, zengin ülkelerin verdiği resmi yardım miktarının yarısından daha az. Daha ciddi olan sorun ise bu tutarın, paranın aktarımını yönetme maliyetlerini hesaba katmamasıdır –örneğin parayı yalnızca yoksulluk sınırının altındakilerin almasını sağlamak, fonların sınırın altında olmayan kişiler tarafından yolsuz bir şekilde çekilmesini, yoksul ülkelerdeki milyonlarca insanın ek harcama gücünün gıda ve diğer ihtiyaçların fiyatlarının artmasına neden olmasını ve düşük gelirli ülkelerde nüfus artışı nedeniyle açığı kapatma maliyetinin artmasını engellemek.

Yoksulluğun daha sürdürülebilir bir şekilde azaltılması için gereken miktar hakkında bir fikir edinmek için, 2015 yılında dünya liderleri ve Birleşmiş Milletler’in 193 üye devletinin tümü tarafından kabul edilen ve 2030 yılında ulaşılması amaçlanan Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine bakabiliriz. Hedefler, 2000 yılında New York’ta düzenlenen BM Binyıl Kalkınma Zirvesi’nde belirlenen Binyıl Kalkınma Hedefleri konusunda 2000 ile 2015 yılları arasında kaydedilen ilerlemeyi sürdürmeyi amaçlamaktadır. Sekiz adet Binyıl Kalkınma Hedefinin bazılarında planın gerisinde kalınsa da bazı önemli başarılar da elde edildi. Bunlardan en önemlisi belki de aşırı yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının 1990’dakilere kıyasla yarıya indirilmesi hedefiydi.

Bu hedefe, planlanandan beş yıl önce 2010 yılında ulaşıldı. Binyıl Kalkınma Hedeflerine ulaşma dönemi sona ererken, dünya çapında bir kamuoyu istişaresi Birleşmiş Milletler’in 2030 için 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi belirlemesini sağladı. Bu hedeflerden ilki yoksulluğu ortadan kaldırmaktı. Diğer hedefler arasında açlığı sona erdirmek, cinsiyet eşitliği, uygun fiyatlı ve temiz enerji ve iklim eylemi yer aldı. 2015 yılında, bu hedefler hala sonuçlandırılırken, The Economist, bu hedefleri “olanaksız denebilecek kadar pahalı” olarak nitelendiren ve bunları karşılamanın 15 yıl boyunca yıllık 2-3 trilyon dolara veya başka bir deyişle dünyanın gayri safi yurt içi hasılasının (GSYİH) yaklaşık %4’üne mal olacağını öngören bir başyazı yayınladı. Başyazı, dış yardımı GSYİH’nin %0,7’sine çıkarma taahhütlerini bile yerine getiremeyen hükümetlerden böyle bir şeyi beklemenin “saf fantezi” olduğunu söyledi. Daha sonra başyazı, 17 geniş kapsamlı hedef belirlemenin, uzun süreli bir çabayla gerçekten makul bir maliyetle elde edilebilecek çok önemli bir hedeften uzaklaşmaya neden olacağı konusunda uyardı: aşırı yoksulluğun ortadan kaldırılması.

Birleşmiş Milletler bu tür eleştirileri görmezden geldi ve 17 Sürdürülebilir Kalkınma Hedefinin yanı sıra daha spesifik ama yine de son derece iddialı 169 amaç benimsedi. Örneğin, 1. hedef, “Her türden yoksulluğun her yerde sona erdirilmesi” idi ve bu hedef altındaki ilk amaç “her yerdeki tüm insanlar için aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmak” iken, ikinci amaç “ulusal tanımlara göre her boyutta” yoksul insan sayısını en azından yarıya indirmekti. Hedeflerin birbiriyle bağlantılı olduğu doğru olsa da –örneğin, iklim değişikliğinin kapsamını da sınırlayamadığımız sürece aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmayacağız– bu kadar çok hedef ve amaç belirlemenin ilk hedeften, ki aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmak olarak anlaşıldığında gayet ulaşılabilir bir hedef, uzaklaşmaya neden olacağı görüşüne biraz sempati duyuyorum.

Bu hedefe makul bir maliyetle ulaşılabilir mi? The Economist’e göre, yıllık 65 milyar dolar herkesi asgari yoksulluk sınırı üzerine çıkarmak için kullanılacak basit nakil programları için yeterli olacaktır, ki ben bunu aşırı yoksulluğu ortadan kaldırmaya eşdeğer kabul ediyorum. Fakat tamamen gerçekçi olabilmek için, “neredeyse herkesi” yoksulluktan kurtarmaktan bahsetmeliyiz, çünkü kapsamlı sosyal güvenlik sistemlerine sahip zengin ülkelerde bile bazı insanların açık kaynaklardan yararlanmalarını zorlaştıran ve böylece aç ve evsiz kalmalarına neden olan sorunlar olduğunu biliyoruz. Yine de günlük 1,90 ABD Doları sınırının altında yüz milyonlarca insan olmasaydı, bu insan ızdırabını önemli ölçüde azaltacak büyük bir başarı olurdu.

Ben bu hedefe yıllık 65 milyar dolar ile ulaşılabileceği iddiasına şüpheyle yaklaşıyorum. Bu, Chandy, Noe ve Zhang’ın ulaştığı 80 milyar dolarlık tutardan bile daha az –ki daha önce de gördüğümüz gibi bu miktarın herkesi aşırı yoksulluktan kurtarmanın maliyetinin gerçekçi bir tahmini olduğu iddia edilmiyordu. The Economist, herkesi yoksulluktan kurtarmanın maliyeti konusunda fazla iyimser davranmış bile olsa, bu saygın finans dergisinin editörlerinin mevcut verilerle ulaşabileceğimiz en iyi tahminin yarısından daha az bir tahmine ulaşması pek olası görünmüyor. Eğer bu varsayımı yapmak mantıklıysa, neredeyse herkesi aşırı yoksulluktan kurtarmak için, yapılan tahminin iki katı olan 130 milyar dolar yeterli olmalıdır.

İlginçtir ki, iki katına çıkarıldığı haliyle bile bu tutar, dünyanın zengin ülkelerinin her yıl dış yardım olarak verdiği 170 milyar dolardan daha azdır, bu nedenle şu anda dış yardıma tahsis edilen fonlar en etkili şekilde kullanıldığında aşırı yoksulluğu sona erdirmek için yeterli olmalıdır. Yine de Chandy, Noe ve Zhang’ın belirttiği gibi, dış yardımın sadece %2’si gelir desteğine yöneliktir. Dış yardımın çoğu yol veya bina gibi fiziksel altyapıyı sağlamaya yarayacak şeyler inşa etmek veya kurumları geliştirmek için kullanılır. Belki de bu, yoksulluğu kalıcı olarak sona erdirmek için tasarlanmış bir stratejidir, böylece bir gün daha fazla desteğe ihtiyaç duyulmayacaktır. Fakat özellikle GiveDirectly gibi hükümet dışı kuruluşların öncülüğünü yaptığı yerel programlar olumlu sonuçlar göstermeye devam ederse, daha fazla yardımın gelir destek programlarına gitmesi denemeye değer olacaktır.

Şimdi, her varlıklı kişinin bu toplamları karşılamak ve bu sonuçları elde etmek için birleşik toplam için ne kadar katkıda bulunması gerektiğini hesaplayabiliriz. Dünya Bankası’ndan Branko Milanovic’e göre, “zenginler”i Portekiz’in ortalama gelirinin üzerinde gelire sahip olanlar olarak tanımlayacak olursak, 2005 yılında dünyada 855 milyon zengin insan vardı. Bu sayıyı güncelleyemedim, ancak o zamandan beri birçok ülkede ve özellikle Çin ve Hindistan’da refahta önemli artışlarla, bugün dünyada en az 1 milyar zengin insan olduğunu tahmin etmek güvenli görünüyor. Bu yuvarlak sayı aynı zamanda aritmetiği basitleştiriyor: 130 milyar doları toplamak için gereken tek şey, her varlıklı kişiden 130 dolar.

Bu bir milyar varlıklı insan arasından, bazıları Portekiz’in ortalama gelirinin çok az üzerindeyken diğerleri ise milyarder. Bu yüzden de hepsinin aynı miktarı vermesi adil görünmüyor: Gerçekten zengin olanın yalnızca daha büyük bir meblağ vermekle kalmayıp aynı zamanda zengin bir ülkede ortalama maaşlı olanlara göre gelirlerinin daha büyük bir yüzdesini vereceği, vergi ölçeğine benzer değişken bir ölçek kullanmak daha iyi olacaktır. Son bölümde adaletin bu versiyonunu yansıtan değişken bir ölçek öneriyorum. Ancak şu an için ayrıntıları görmezden gelebilir ve bunun yerine herkes kendi payına düşeni yapıyor olsaydı, aşırı yoksulluğu geniş çapta yok etmek veya en azından büyük ölçüde azaltmak için her birimizin vermesi gereken toplam miktarın çok mütevazı bir tutar olacağı gerçeğine odaklanabiliriz.

Ancak çoğu insan kendi payına düşeni yapmıyor, bu yüzden hala sormamız gereken bir soru var: Payımıza düşen, gerçekten her birimizin yapmak zorunda olduğu tek şey mi? İşte bu soru hakkında düşünmemize yardımcı olacak gölet hikayesinin bir varyasyonu. O sırada önünden geçtiğiniz sığ bir gölete on tane çocuğun düştüğünü ve kurtarılmaları gerektiğini görüyorsunuz. Etrafınıza baktığınızda, ebeveyn veya bakıcı görmüyorsunuz, ancak sizin gibi gölete yeni gelmiş, boğulan çocukları görmüş ve bir çocuğu kurtarmak için sizin kadar elverişli durumda olan dokuz yetişkin olduğunu fark ediyorsunuz. Böylece gölete koşuyorsunuz, bir çocuğu kaparak onu güvenli bir şekilde sudan uzak bir yere yerleştiriyorsunuz.

Diğer her yetişkinin de aynısını yapacağını ve bu nedenle tüm çocukların güvende olacağını umarak başınızı kaldırıyorsunuz fakat dehşet içinde, dört yetişkinin her birinin bir çocuğu kurtardığını fakat diğer beşinin yürümeye devam ettiğini görüyorsunuz. Görünüşe göre o an gölette boğulmak üzere olan beş çocuk var. “Adil paylaşım” teorisyenleri, artık kurtarmada payınıza düşeni yerinize getirdiğinizi söyleyecektir. Herkes sizin yaptığınızı yapmış olsaydı, tüm çocuklar kurtulmuş olurdu. Hiç kimse bir çocuğu kurtarmak için herkesten daha elverişli durumda olmadığından, payınıza düşen sadece bir çocuğu kurtarmaktır ve bundan daha fazlasını yapma zorunluluğunuz yoktur. Ancak, siz ve diğer dört yetişkinin, her biriniz sadece bir çocuğu kurtardıktan sonra bunun beş çocuğun boğulacağı anlamına geldiğini bilerek yardım etmeyi bırakması kabul edilebilir mi?

Bu soru şunu sormakla eşdeğerdir: Başkalarının paylarına düşeni yapmaması, bir çocuğu kolayca kurtarabilecekken o çocuğun ölmesine izin vermek için yeterli bir neden mi? Cevabın açık olduğunu düşünüyorum: Hayır. Diğerleri kurtarmaya yardım etmeyi reddederek kendilerini alakasız bir konuma getirdiler. Yani bu durumda bir taştan farkları yok. Hatta adil paylaşım görüşüne göre, taş olsalar çocuklar için daha iyi olurdu, çünkü o zaman başka bir çocuğu kurtarmak için havuza geri dönmek zorunda kalırdınız. Onları kurtarmaya yardım edebilecekleri halde paylarına düşeni yerine getirmeyi reddeden başka insanların olması, hayatları tehlikede olan çocukların suçu değil. Bu insanların eylemi veya eylemsizliği, onları kolaylıkla kurtarabileceğimiz halde çocukların boğulmasına izin vermemizi doğru kılamaz.

Liam Murphy, eğer bir çocuğu kurtarıp ikinci çocuğu kurtarmayı reddettiyseniz yanlış hiçbir şey yapmadığınızı düşünüyor. Fakat bu kararın görünürdeki kabul edilmezliğini açıklamaya çalışırken, kolayca kurtarabilecekken ikinci çocuğu kurtarmayı reddetmenizin “itici bir karaktere” sahip olduğunuzu gösterdiğini kabul ediyor. Boğulma tehlikesiyle karşı karşıya olan belirli bir kişinin acil ihtiyaçlarına bu kadar duygusal kayıtsızlık gösterebilen bir kişiden uzak durmayı pekâlâ tercih edebiliriz, diyor. Ancak burada sorun sadece kişinin karakteri değildir; kolayca kurtarabilecekken bir çocuğun ölmesine izin vermiş olmasıdır. Bu kişi tıpkı ayaklarını yere vurarak “Bu adil değil!” diyen ve bundan sonra söyleyeceklerinize kulaklarını tıkamış bir çocuk gibidir. Adalet duygusu, daha önce gördüğümüz gibi, bireyler ve yaşadıkları toplum için avantajlıdır ve muhtemelen doğuştan gelir, ancak büyüdüğümüzde, bazen adaletsizliği kabul etmemiz gerektiğini öğreniriz.

Sıkışmış trafikte yolun açılmasını beklerken biri dış şeritten hızla geçip önümüze geçmeye çalışırsa, makul sürücüler böyle bir davranışın adaletsizliğini görecekler, ancak diğer arabanın önlerine geçmesini engellemek için kaza yapma riskini göze almayacaklardır. Tam adalet için ısrar etmenin maliyeti fazla yüksekse, adil olmayan bir yük almak mantıklıdır. “Prensip olarak” paylarına düşenden fazlasını yapmayı reddedenlerin yaptığı şey adalet fetişistliğidir. Bu, doğruyu söylemekten yana olmak ve bu yüzden de masum bir insanın hayatını kurtarmanın tek yolu bu olsa bile yalan söylemeyi reddetmek gibidir. Normalde adaleti ve doğruluğu desteklemeliyiz, ancak bu ilkeye bağlı kalmanın yanlış olduğu zamanlar vardır.

Bu, adaletin hiçbir fark yaratmadığını göstermez. Boğulmakta olan çocuklara, payınıza düşenin gerektirdiğinden daha fazla yardım etme örneği, Kwame Anthony Appiah’nın deyimiyle, başkalarının yapılmamış bıraktıklarını telafi etmek için “hayatımı raydan çıkarmak” zorunda olduğum bir örnek değildir. Belki de başkaları kendi payına düşeni yapmadığında hayat kurtarırken katı adaletin gerektirdiğinin ötesine geçmek zorundayım, ancak kurtardığım hayat kadar önemli bir şeyi feda ettiğim noktaya gelmeden önce haklı olarak durabilirim. Böyle bir durumda adalete, eğer varsa, ne kadar ağırlık vermemiz gerektiğini söylemek zor. Fakat Appiah’nın başkalarının eksikliklerini telafi etmek için hayatlarımızı raydan çıkarmamız gerekmediği iddiasını kabul etsek bile, çoğumuzun şu anda yaptığından çok daha fazlasını yapması gerekebilir.

Kısmen Talepkâr Bir Görüş

Yükümlülüklerimizi payımıza düşenle sınırlayan argümanı reddedebilirsek, bir sonraki zorluk, felsefi tartışmalarda ortaya çıkan bir dizi daha talepkâr modeli incelemektir. Küresel adalet hakkında çokça yazmış olan felsefeci Richard Miller’a göre, daha fazlasını verdiğimizde hayatlarımızı kötüleştirecek “önemli” bir riskle karşılaşacağımız noktaya kadar vermeliyiz –ancak bu noktanın ötesine geçmemize gerek yok. Miller’in fikri, ahlakın “güvenli bir şekilde bağlı olduğumuz öncelikli hedeflere” ulaşmamıza izin verdiği, ancak başkalarının yardıma ihtiyacı olduğunda, bu öncelikli hedeflere ulaşmak için ihtiyacımız olandan daha fazlasını kendimiz için harcamamıza izin vermediği yönündedir. Zenginliğin Ahlaki Talepleri (The Moral Demands of Affluence) adlı kitabın yazarı Garret Cullity, daha fazla vermenin, arkadaşlık, müzik yeteneğini geliştirme, çevresinin hayatına dahil olma gibi “doğası gereği hayatı geliştiren faydalara” ulaşma hedefini tehlikeye atacağı noktaya kadar vermemiz gerektiğini düşünüyor. İdeal Kural, Gerçek Dünya (Ideal Code, Real World) isimli kitabında Brad Hooker, geniş çapta kabul edilirse en iyi sonuca götüren kurala göre yaşamaya çalışmamız gerektiğini savunuyor. Hooker, “onlara yardımcı olmak için yapılan kişisel fedakarlıklar önemli bir maliyet oluştursa bile” daha fazla ihtiyacı olanlara yardım etmemiz gerektiğini, ancak bu eşiğin ötesine geçmemiz gerekmediğini iddia ediyor.

Miller’in modeli en az talepkâr olanıdır. Kişiliğinizi daha basit bir şey yerine, ara sıra şık veya eğlenceli kıyafetler veya aksesuarlar satın alarak ifade etmeniz sizin için önemliyse, bu ürünleri satın almanıza izin verilir. Aynı şey yemek yemek için de geçerli: Hiç iyi restoranlarda yemek yemeseydik, “değerli” hedeflerimizden biri olan yemek yeme hedefimizi “çeşitli ilginç estetik ve kültürel olasılıkları keşfedecek şekilde” gerçekleştiremezdik. Benzer şekilde, “büyük bestecilerin ve icracıların tını ve dokudaki nüanslardan güçlü estetik etkiler elde etme kapasitesinden” zevk almak, değerli ve “minimalden fazla” stereo ekipman satın almayı haklı çıkaran bir hedeftir.

Cullity’nin modeli ise daha talepkârdır. Onun “doğası gereği hayatı geliştiren unsurları” şık kıyafetler gibi şeyleri içermiyor gibi görünse de müzikten zevk almak için gerekli olan her şeyi içeriyor, çünkü bunu doğası gereği hayatı geliştiren bir fayda olarak görüyor. Ancak çoğu fayda için, benim için çok daha kötü olmayan daha ucuz bir alternatif varsa, seçmem gereken şey budur. Yalnızca en derin taahhütlerimizi içeren dostluk ve dürüstlük gibi faydalar, ne kadara mâl olduklarına göre değerlendirilmemelidir.

Hooker, kriterinin belirsiz olduğunu kabul ediyor, ancak hayır kurumlarına düzenli olarak biraz para veren veya zaman ayıran bir kişi tarafından karşılanacağını söylüyor. İhtiyacı olan birine yardım etmek için herhangi bir özel durumda yapılan fedakarlığın maliyetinin değil, yardıma harcanan toplam zamanın veya paranın kaydadeğer bir maliyet oluşturup oluşturmadığının önemli olduğunu vurguluyor. Hooker, kişinin bu seviyede bir yardım yapmak için kişisel projelerinden vazgeçmek zorunda olmadığını söylüyor.

Yani Miller, Cullity ve Hooker’ın görüşlerine göre yoksullara karşı yükümlülüklerimiz, daha fazlasını verirsek, neredeyse bir çocuğun hayatı kadar önemli bir şeyi feda edeceğimiz noktaya gelmemizi gerektirecek kadar ileri gitmiyor. Bununla birlikte, bu üç felsefecinin hiçbir şey vermezsek veya dünyanın en yoksul insanlarına yardım etmek için sadece önemsiz meblağlar verirsek, yanlış hareket ettiğimiz konusunda hemfikir oldukları gerçeğini gözden kaçırmamak önemlidir. Yaygın aşırı yoksulluğun üstesinden gelmenin ne kadar süreceği hakkındaki gerçeklere bağlı olarak, Miller, Cullity ve Hooker’ın varsaydığı yükümlülükler, adil paylaşım görüşünden çok daha talepkâr olabilir. Örneğin Miller, “yalnızca ara sıra” lüks bir kıyafet satın almamıza izin verirdi.

Müzikseverlerin satın alabileceği stereo set “minimalden fazla” olabilir, ancak bu, maddi olarak karşılayabilsek bile, Miller’ın bize izin verdiği aralığın en üstünde satın alma konusunda haklı olmadığımız anlamına gelir. Cullity, hayatımızı iyileştirecek önemli faaliyetlere para harcamamıza izin verir, ancak ona göre önemsiz şeylere yapılan harcamalar, yoksullukla mücadeleye yardımcı olmaya yönlendirilmelidir. Hooker’ın modeli ise bize önemli bir kişisel maliyet getiriyor. Zengin insanların çoğunun, yoksullara yardım etmek için gelirlerinin sadece önemsiz bir kısmını verdiği veya hiç vermediği bir dünyada, dördümüzün de bundan çok daha fazlasını vermemiz gerektiği konusunda hemfikir oluşu, aramızdaki farklılıklardan daha önemli.

Pek çok insan şık giyinmekten, iyi beslenmekten ve iyi bir stereo sistemde müzik dinlemekten büyük zevk alır. Ben de zevkten yanayım –diğer şartlar sabitken, zevk ne kadar çok olursa o kadar iyidir. Miller, Cullity ve Hooker’ın paramızı harcama hakkına sahip olduğumuzu düşündüğü şeylerin değeri olduğunu inkâr etmek mümkün değil. Sorun, diğer şartların sabit olmamasıdır. Her gün yaklaşık 15.000 çocuğun, çoğunlukla önlenebilir nedenlerden ve tedavi edilebilir hastalıklardan öldüğü, milyonlarca kadının iyileştirilebilecek fistüllerle yaşadığı ve görme yetisi kurtarılabilecek veya eski haline getirilebilecek milyonlarca insanın kör olduğu bir acil durumun ortasında yaşıyoruz. Bu acil durumla ilgili bir şeyler yapabiliriz. Bu önemli gerçek, yaptığımız seçimleri etkilemelidir. Müzik dinleme konusundaki değerli hedefimi veya hayatı geliştirme deneyimimi ilerletmek için iyi stereo ekipman satın almak, hayatımdaki bu geliştirmelere başkalarının yaşayıp yaşamamasından, görmesinden ya da kör kalmasından, topluluğunun tam bir üyesi olmasından ya da dışlanmasından daha fazla değer vermektir. Bunu yapmak ahlaki olabilir mi?

Aynı nedenle, sanat veya kültürel faaliyetler için hayırseverlik, böyle bir dünyada ahlaken şüphelidir. 2014 yılında, J. Paul Getty Müzesi, “Bahar” adlı bir Édouard Manet tablosu için 65 milyon doları aştığı söylenen bir meblağ ödedi. Bu tabloyu satın alarak müze, ziyaret edebilecek kadar şanslı olanların görebileceği çok sayıda şahesere bir yenisini ekledi. Ancak, düşük gelirli ülkelerde bir katarakt ameliyatı Seva veya Fred Hollows Foundation’a sadece 50 dolar gibi bir miktara mal oluyorsa, bu, sadece tabloyu değil, hiçbir şeyi göremeyen ve Bahar için ödenen miktarla görme yeteneğini geri kazanabilecek 1.300.000 insan olduğu anlamına gelir. Fistül başına 650-700 dolardan, 65 milyon dolar yaklaşık 93.000 kadına düzgün bir yaşam için bir şans daha verebilirdi. Yaşam başına 2,041 ABD Doları (GiveWell’in, Malaria Consortium’un mevsimsel sıtma kemoprevansiyon programı tarafından önlenen ölümlerin tahmini ortalama maliyetine göre21), 31.847 çocuğun hayatını kurtarabilirdi. Bir resim, ne kadar güzel ve tarihsel olarak önemli olursa olsun, bununla nasıl karşılaştırılabilir? Müze yanıyor olsa, Manet’yi alevlerden kurtarmanın bir çocuğu kurtarmaktan daha doğru olduğunu düşünen var mı? Ve burada bahsettiğimiz yalnızca bir çocuk. Daha acil ihtiyaçların zaten karşılanıyor olduğu bir dünyada, sanat için hayırseverlik asil bir davranış olurdu. Ne yazık ki böyle bir dünyada yaşamıyoruz.

Dolayısıyla, ne “adil paylaşım” fikri ne de incelediğimiz daha ılımlı ahlaki yaklaşımlardan herhangi biri, “büyük ihtiyaç içinde olanlara yardım etmek için ne yapmalıyım?” sorusuna makul bir cevap vermiyor. Yine de bu görüşlerin şimdi ele alacağım farklı bir pratik soruyu yanıtlamada bir yeri olduğunu düşünüyorum.

Kurtarabileceğin Hayat
Küresel Yoksulluğu Sona Erdirmek için Payına Düşeni Yapmanın Yolları

Yazar: Peter Singer
Türkçeye aktaran: İrem Sena Karakoç

Umut Güner

Tarihçi yazar Umut Güner, Ortaçağ Tarihi, Siyaset ve İktidar Felsefesi ile Politik Kuramlar alanlarında ihtisas çalışmaları yürütmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu