amerika gazete haberleri haberler
Felsefe

Neden Daha Çok Bağış Yapmıyoruz ve Vermiyoruz?

Eğer yalnızca mantıksal olarak tutarlı bir ahlaki argüman üreterek sosyal değişim getirilebilseydi, dünya çok daha basit bir yer olurdu. Ancak, daha fazlasını vermeleri gerektiğine inanan insanların bile, her zaman vermedikleri aşikardır. Son on yılda, insanları çeşitli şekillerde davranmaya yönlendiren psikolojik faktörler hakkında çok şey öğrendik. Şimdi bu bilginin birazını problemimiz için uygulama zamanı: neden insanlar daha fazla vermezler ve onları daha fazla vermeye ne yönlendirebilir?

Şayet günlük hayat sizi kendi çıkarlarımızı kayırmaya yönelik bir insan eğilimi olduğuna ikna etmediyse, psikologların bunu kanıtlamak için yaptıkları deneyler de var. Örneğin, Daniel Batson ve Elizabeth Thompson, katılımcılara kendilerine ve orada mevcut olmayan başka bir katılımcıya atamaları için bir takım görevler sundular. Görevlerden biri nispeten ilginç olarak tanımlandı ve önemli bir fayda içeriyordu, diğeri ise sıkıcı olarak tanımlandı ve hiçbir faydası yoktu. Katılımcılara ayrıca şöyle söylendi: “Çoğu katılımcı, her iki kişiye de eşit şans vermenin, örneğin yazı tura atmanın, görevleri kendilerine ve diğer katılımcılara dağıtmanın en adil yolu olduğunu düşünüyor.” Bu amaçla katılımcılara madeni para sağlandı. Katılımcı dışında kimse paranın nasıl düştüğünü göremezdi. Görevleri dağıttıktan sonra röportaj yapılan katılımcılar en ahlaki tepkinin yazı tura atmak ya da diğer katılımcıya daha ödüllendirici bir görev vermek olduğunu söylediler. Yine de hemen hemen yarısı yazı tura atmamayı seçti ve madeni parayı kullanmayanların %80’inden fazlası kendilerine daha ödüllendirici görevi verdi. Daha dikkat çekici olanıysa şu: madeni para atıldığında durumların %85’inde, onu atan kişi için daha ödüllendirici görev olan tarafa indiği görülmektedir!

Yine de genellikle nazik ve cömert şeyler yaparız. Çoğu gelişmiş ulusun sağlık hizmetlerinin kan tedariği, kendi kanlarını yabancılara bağışlayan sıradan vatandaşların fedakarlığına bağlıdır. Belki biraz meyve suyu ve bir kurabiye dışında hiçbir ödül beklemeden, zamanlarını verir ve çoğu kişinin rahatsız edici bulduğu bir deneyime, yani damarlarına iğne sokulmasına katlanırlar. Kana ihtiyaç duymaları gerektiğinde öncelik bile almazlar. Ve insanlar en ufak bir tereddüt etmeden boğulan çocuğu kurtaracaklarını söylediklerinde, muhtemelen doğruyu söylüyorlardır. Öyleyse, gerçekleştirmenin maliyeti mütevazı ise neden gelişmekte olan ülkelerdeki çocukları kurtarmıyoruz? Bencillik ve başkalarını düşünme arasındaki basit savaşın ötesinde, diğer psikolojik faktörler iş başındadır ve bu bölümde, en önemlilerinden beşini anlatacağım.

Kimliği Belirlenebilir Kurban

Hangi faktörlerin cömert tepkiler vermeyi tetiklediğini bulmaya çalışan araştırmacılar, katılımcılara bir psikoloji deneyi için ödeme yaptılar ve daha sonra onlara hem Amerika Birleşik Devletleri’nde hem de gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulluk içindeki çocuklara yardım eden bir kuruluş olan Save the Children’a bir miktar katkıda bulunma fırsatı sundular. İkinci bir gruba 7 yaşında Rokia adlı Malawili bir kızın fotoğrafı gösterildi; Rokia’nın çaresizce fakir olduğu söylendi ve “hediyeniz sayesinde bu kızın hayatı iyi yönde değişecek” dendi. Rokia hakkında bilgi alan grup, yalnızca genel bilgi alan gruptan önemli ölçüde daha fazlasını bağışladı. Ardından üçüncü bir gruba genel bilgiler, fotoğraf ve Rokia ile ilgili bilgiler verildi. Bu grup, yalnızca genel bilgileri alan gruptan daha fazlasını verdi, ancak yine de yalnızca Rokia hakkındaki bilgileri alan gruptan daha azını verdi. Nitekim, Rokia hakkındaki bilgilere ikinci bir tanımlanabilir çocuk eklemek bile –genel bilgi sağlamamakla birlikte– sadece bir çocuktan bahsedildiği durumdan daha düşük bir ortalama bağışla sonuçlandı. Denekler, bir çocuk hakkında bilgi edindiklerinde, iki çocuktan bahsedildiğinden daha güçlü duygular hissettiklerini bildirdi.

Başka bir çalışma da benzer bir sonuç verdi. Bir grup insana, tek bir çocuğun 300.000 dolara mal olan hayat kurtarıcı tıbbi tedaviye ihtiyacı olduğu söylendi. İkinci bir gruba, sekiz çocuğun hayatta kalması için hepsi için toplam 300.000 dolar tutacak bir tedaviye ihtiyaç olduğu söylendi. Yine kendilerine tek çocuktan bahsedilenler daha fazlasını verdi.

Bu “tanımlanabilir kurban etkisi”, “kurtarma kuralına” yol açar: “istatistiksel bir hayat” kurtarmak için harcayacağımızdan çok daha fazlasını kimliği belirlenebilir bir kurbanı kurtarmak için harcarız. 1987’de Teksas Midland’da, kuru bir kuyuya düştüğünde 18 aylık olan Jessica McClure’un durumunu düşünün. Kurtarma ekipleri ona ulaşmak için iki buçuk gün boyunca çalışırken, CNN kurtarma olayının görüntülerini dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca izleyiciye yayınladı. Bağışçılar o kadar çok para gönderdiler ki, Jessica’nın milyon dolarlık olduğu bildirilen bir güven fonu oldu.

UNICEF’e göre, dünyanın başka yerlerinde, medyanın farkına varmadığı ve Jessica’ya bağışlanan para yardımından mahrum olan yaklaşık 67.500 çocuk, bu iki buçuk gün içinde önlenebilir yoksullukla ilgili nedenlerden dolayı yaşamını kaybetti. Yine de Jessica’nın kurtarılması gerektiği, dahil olan herkes için açıktı, ne pahasına olursa olsun. Aynı tepki, Tayland’da bir mağarada mahsur kalan 12 çocuğu ve koçlarını kurtarmak için önceki bölümde belirtilen olağanüstü çabalarla neticelendi. Benzer şekilde, tehlikeli kavşakları daha güvenli hale getirmek için bu tür kurtarmalara harcanan parayı kullanarak daha fazla hayat kurtarabilecek olsak da kapana kısılmış madencileri veya kayıp denizcileri terk etmiyoruz. Sağlık hizmeti sunarken de çoğu insanı hastalanmaktan kurtaracak önleyici tedbirler için harcadığımızdan çok daha fazlasını belirli bir hastayı kurtarmak için harcayabiliyoruz, bazen boşuna olsa da.

Tanımlanabilir kurban, bizi daha soyut bilgilerin yapmadığı bir şekilde hareket ettirir. Ancak bu fenomen, kişi hakkında belirli ayrıntıları bile gerektirmez. İhtiyaç sahibi bir aileyi barındırmak için Habitat for Humanity’e bağış yapmaları istenen kişilere ya bağış alacak ailenin “seçildiği” ya da ailenin “seçileceği” söylendi. Diğer her ayrıntı aynıydı. Her iki durumda da deneklere ailenin kim olduğu ya da olacağı söylenmemiş ve aile hakkında başka herhangi bir bilgi verilmemişti. Yine de ailenin zaten seçilmiş olduğu söylenen grup, önemli ölçüde daha fazlasını verdi. Bu alanda önde gelen bir araştırmacı olan Paul Slovic’e göre, tanımlanabilir –hatta önceden belirlenmiş– kişinin bize daha çok hitap etmesinin sebebi gerçekliği kavramak ve ne yapacağımıza karar vermek için iki farklı süreç kullanıyor olmamız: duygulanım sistemi ve düşünsel sistem.

Bu ayrım, Daniel Kahneman’ın 2011’in en çok satanlarından olan Thinking, Fast and Slow kitabı ile popüler hale geldi. Duygulanım sistemi, duygusal tepkilerimize dayanır. Gerçek ya da metaforik görüntülerle ve öykülerle çalışır ve bir şeyin doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü olduğuna dair sezgisel bir his oluşturmak için bunları hızla işler. Bu duygu anlık eyleme neden olur. Düşünsel sistem, duygularımızdan ziyade muhakeme yeteneklerimizden yararlanır ve resimler ve hikayelerden ziyade kelimeler, sayılar ve soyutlamalarla çalışır. Bu süreçler bilinçlidir; mantık ve delili değerlendirmemizi gerektirir. Sonuç olarak, düşünsel sistem duygulanım sisteminden biraz daha uzun sürer ve ani eylemle sonuçlanmaz.

İhtiyaç sahibi bir birey, duygularımızı tetikler. Bu durum, duygulanım sistemimizin ürünüdür. Rahibe Teresa bu durumu iyi ifade etmiştir: “Kitleye bakarsam asla harekete geçmem. Birine bakarsam, geçerim.” Durup düşünürsek, “kitle”nin, her biri “bir diğeri” kadar acil ihtiyaçları olan bireylerden oluştuğunu fark ederiz. Ayrıca, hem o kişiye hem de başka bir kişiye yardım etmenin, yalnızca bir kişiye yardım etmekten daha iyi olduğunu ve hatta bu iki kişiye ek olarak üçüncü bir kişiye yardım etmenin daha iyi olduğunu biliyoruz. Düşünsel sistemimizin haklı olduğunu biliyoruz, ancak Rahibe Teresa için de diğer birçok kişi için olduğu gibi, bu bilgi, tek bir muhtaç kişinin yaptığının aksine, duygularımızı tetikleme etkisinden yoksundur. Bu iki sistemin farklı çalışma şekilleri hakkında daha fazla delil, aynı ekip tarafından “Rokia” hakkında bilgi verilen kişilerin yanıtlarını daha genel bilgi verilenlerle karşılaştıran daha ileri deneylerden elde edildi. Bu kez araştırmacılar, araştırma deneklerinin duygularını uyandırmanın onların iki tür bilgiye farklı tepki vermelerine yol açıp açmayacağını araştırıyorlardı.

Bir kez daha, katılımcıların tümü standart bir anketi tamamladı ve ardından rastgele seçilen bir gruba duygusal olarak nötr sorular (örneğin, matematik bulmacaları) verilirken diğer gruba duygularını uyandırmak için tasarlanmış sorular verildi (örneğin, “bebek kelimesini işitince ne hissediyorsun?”). Daha sonra herkese katılım ödemelerinin bir kısmını bir hayır kurumuna bağışlama fırsatı verildi, ancak her grubun yarısına sağlanan bilgiler yalnızca Rokia’yı içerirken, diğer yarısına muhtaç insanlar hakkında daha genel bilgiler verildi. Duygusal yönden uyandırıcı soruları cevaplayan ve Rokia ile ilgili bilgileri alan kişiler, aynı bilgileri alıp duygusal açıdan tarafsız sorulara cevap verenlere kıyasla neredeyse iki kat fazla bağış yaptı. Ancak genel bilgileri alanların verdiği miktar, cevapladıkları sorulardan önemli ölçüde etkilenmedi. Resimlere ve hikayelere –ve dolayısıyla tanımlanabilir kurbanlara– cevabımız duygularımıza bağlıdır, ancak kelimeler ve sayılarla ifade edilen daha soyut gerçeklere verdiğimiz yanıt, duygularımızın durumu ne olursa olsun hemen hemen aynı kalır.

Dar Görüşlülük

İki yüz elli yıl önce, filozof ve iktisatçı Adam Smith, okuyucularını uzaktaki yabancılara karşı tavırları üzerinde düşünmeye davet ederek onlardan “Çin’in büyük imparatorluğunun, sayısız sakiniyle aniden bir deprem tarafından yutulduğunu” hayal etmelerini istedi. Okuyucularına, dünyanın bu kısmıyla özel bir bağı olmayan “Avrupa’daki bir insanlık adamının” haberi nasıl alacağını sorduktan sonra Smith, o kişi ne söylerse söylesin, “sanki böyle bir şey olmamış gibi, aynı kolaylık ve sükunetle işinin veya zevkinin peşine düşüp huzurunu veya eğlencesini elde edeceğini” iddia etti.

2008’de Çin’in Sichuan eyaletini vuran trajik deprem, Smith’in gözleminin hala geçerli olduğunu gösterdi. Deprem nedeniyle 70.000 kişi ölmüş, 350.000 kişi yaralanmış ve neredeyse 5 milyon kişi evsiz kalmış olsa da benim üzerimdeki etkisi oldukça geçiciydi. Ölümler hakkında okumak ve televizyonda yıkım görmek, kurbanların ailelerine sempati duymamı sağladığı halde çalışmayı bırakmadım, uykularım kaçmadı, hatta hayatın normal zevklerinin tadını çıkarmaktan vazgeçmedim. Tanıdığım kimse de vazgeçmedi. Zihnimiz –düşünsel sistemimiz– felaket haberlerini alır, ancak duygularımız, hiçbir özel bağlantımızın olmadığı çok uzaktaki yabancıların başına gelen trajedilerden nadiren rahatsız olur. Acil yardıma bağış yapmak üzere harekete geçirilsek bile bu tür korkunç haberleri duymak hayatımızı temel bir şekilde değiştirmez.

En iyi ihtimalle, yabancılara yardım etmek için kendi ülkemizdekilere verdiğimizden çok daha azını veririz. 2004 Noel’inden hemen sonra Güneydoğu Asya’yı vuran tsunami, 220.000 kişiyi öldürdü ve milyonları evsiz ve yoksul bıraktı. Amerikalılar 1,54 milyar dolar yardımda bulundular, ki bu Amerika Birleşik Devletleri dışındaki herhangi bir doğal afetten sonra yardım için Amerikalıların verdiği en büyük miktardı. Ancak bu miktar, Amerikalıların ertesi yıl yaklaşık 1.600 kişinin ölümüne ve tsunamiye kıyasla çok daha az insanın evsiz kalmasına neden olan Katrina kasırgasından etkilenenlere yardım etmek için verdiği 6,5 milyar doların dörtte birinden daha azdı. Ekim 2005’te Pakistan’da 73.000 kişinin ölümüne neden olan bir deprem, Amerikalılardan nispeten düşük 150 milyon dolarlık bir bağış topladı. Bu üç trajik olay arasından sadece deprem videoya yakalanmamıştı ve bu nedenle de dramatik ve sık sık tekrarlanan televizyon yayınıyla sonuçlanmadı. Amerika’daki felaketin kurbanlarına, tsunami ve depremden etkilenen ülkelerin hükümetlerinden çok daha fazla kaynağa sahip bir hükümet tarafından yardım edildiğini de unutmayın.

Uzak ülkelerdeki insanlara olan göreceli ilgisizliğimiz ne kadar rahatsız edici olursa olsun, neden böyle olduğumuzu anlamak kolaydır. Türümüz, yavruları yıllarca ebeveynlerinin bakımına bağımlı sosyal memeliler olarak milyonlarca yıl içinde evrildi. Bu milyonlarca yılın çoğunda, bağımlılık döneminde çocuklarına bakmayan ve onların hayatta kalmasına yardım etmeyen ebeveynlerin genlerini aktarması pek olası değildi. Bu sebeple, ötekilerinin refahına yönelik endişemiz akrabalarımızla ve iş birlikçi ilişkiler içerisinde olduklarımızla ve belki de kendi küçük kabile grubumuzun üyeleri ile sınırlı olma eğilimindedir.

Ulus devletler kurulduğunda ve kabile etiği daha büyük sosyal varoluşun gereksinimleri tarafından değiştirilmeye başladığında bile, başkalarına yardım etmemiz gerektiği sezgisi genellikle sadece yurttaşlarımıza yardım etmeye kadar uzanıyordu. Charles Dickens, Bleak House’da, “Afrika’dan daha yakın hiçbir şeyi göremeyen” Bayan Jellyby’nin “teleskopik hayırseverliği” ile alay ederek dar görüşlülüğe destek verir. Nijer’in sol yakasındaki Borrioboola-Gha’nın yerlilerini eğitmeyi amaçlayan bir projeye kendini adamıştır, fakat evi karmaşa içerisindedir ve çocukları ihmal edilmiştir. Dickens’ın zamanında böyle bir hayırseverlik yersiz olduğundan, Bayan Jellyby ile dalga geçmek kolaydı. Uzaktaki insanların yardımımıza ihtiyaç duyup duymadıklarını bilmek zordu; eğer yardımımıza ihtiyaç duydularsa, onlara yardım etmenin etkili yollarını bulmak daha da zordu.

Her halükârda, daha iyi durumda sayılması kolay olmayan pek çok İngiliz yoksul vardı. Adam Smith, bizden uzak insanlar “ne hizmet edebileceğimiz ne de zarar verebileceğimiz” insanlar olduğundan, uzaktakilere duyduğumuz sempatinin sınırlarınının “doğa tarafından akıllıca düzenlendiğini” söyledi. Eğer daha fazla önemsersek, bu durum onlara herhangi bir avantaj sağlamadan, kendimizde sadece kaygı yaratırdı. Bugün, bu sözler, Smith’in onları yazarken kullandığı tüy kalem kadar eskide kaldı. Tsunamiye cevabımızın açıkça gösterdiği gibi, anlık iletişim ve hava yolculuğu, Smith’in zamanında imkânsız olan yollarla bizden uzak olanlara yardım edebileceğimiz anlamına geliyor. Ayrıca, zengin ülkelerdeki insanların yaşam standartları ile düşük gelirli ülkelerdekiler arasındaki uçurum muazzam arttı, böylece, sanayileşmiş ülkelerde yaşayan bizlerin, uzaktaki insanlara yardım etme kapasitesi de arttı ve yardımımızı onlara odaklamak için daha büyük bir nedene sahip oldu: aşırı yoksulların büyük çoğunluğunun uzakta olmasına ve hayırsever bağışının oralara uzanabilmesine.

Boşunalık

Bir çalışmada, katılımcılara Ruanda’daki bir kampta risk altında birkaç bin mülteci olduğu söylendi ve 1.500 kişinin hayatını kurtaracak yardım göndermeye ne kadar istekli oldukları soruldu. Bu soruyu sorarken, araştırmacılar risk altındaki toplam kişi sayısını farklı katılımcılara farklı şekilde ifade ettiler, ancak yardım sayesinde kurtulacak kişi sayısını 1.500 olarak tuttular. Katılımcılar risk altındaki 3.000 kişiden 1.500’ünü kurtarmak için yardım etmeye, risk altındaki 10.000 kişiden 1500’ünü kurtarmak için yardım etmekten daha istekli idiler. Kamptaki insanların çoğuna yardım edemeyen herhangi bir eylem “nafileymiş” gibi tepki veriyoruz, yine de tabii ki, yardımla kurtarılacak olan kişi sayısı 1500 ve bunların aileleri ve arkadaşları için bu yardım, kamptaki toplam kişi sayısından bağımsız olarak, hiç de nafile değildir. Bu çalışmanın ortak yazarlarından Paul Slovic, “kurtarılan hayatların oranının çoğu zaman kurtarılan hayat sayısından daha fazla etkiye sahip olduğu” sonucuna varıyor. Sonuç olarak, insanlar risk altındaki 100 hayatın %80’ini kurtarmak için, 1000 hayatın %20’sini kurtarmak için verdiklerinden daha fazla destek veriyorlar, bir başka deyişle her bir grubu kurtarmanın maliyeti aynı olsa bile 200 hayatı kurtarmak yerine 80 hayatı kurtarmak için daha fazla destek veriyorlar.

Bölümde tanıştığımız Gaetano Cipriano, “Dünyayı değiştiremem, ama dünyadaki küçük köşemi her gün biraz daha iyi hale getirmeye çalışıyorum” derken belki de bu düşünce tarzının bir unsurunu ortaya koyuyor. Cipriano varlıklı bir adam, fakat Newark’ı da New Jersey’i de gerçekten değiştiremez – yalnızca oradaki yoksulların bir kısmına yardım edebilir. Yine de Newark’taki yoksulların dünyadaki yoksullardan daha büyük bir kısmına yardım edebilir. İnsanlar yoksullara bağışta bulunmanın “okyanusta bir damla” olduğunu söyleyerek ne kadar verirsek verelim, muhtaç insanlarla dolu okyanusun eskisi kadar geniş görüneceğini, bu yüzden vermeye değer olmadığını ima ediyorlar. Önceki bölümde tanıtılan lise öğrencileri, yoksulluğa atıfta bulunarak, “yoksulluğun devam edeceğini” ve “tüm bu insanlara yardım etmek için yeterli paranın asla toplanamayacağını” söylediler. Tüm bunlar, psikologların “boşuna oluş düşüncesi” olarak adlandırdıkları şeylerin örnekleridir.

Sorumluluğun Dağılımı

Ayrıca, eğer yardım etme sorumluluğu tümüyle bize ait değilse, birine yardım etme olasılığımız çok daha düşüktür. Amerikan ruhunu sarsan ünlü bir vakada, Queens, New York’ta genç bir kadın olan Kitty Genovese acımasızca saldırıya uğrayıp katledilirken, bildirilene göre farklı dairelerdeki 38 kişi olan biteni gördüğü veya duyduğu halde ona yardım etmek için hiçbir şey yapmadı. Bu kadar çok insanın Genovese’nin çığlıklarını duyduğu halde polisi aramak için telefon bile açmadığının açığa çıkması, “ne tür insanlar haline geldiğimiz” konusunda ulusal bir tartışmaya yol açtı. Kitty Genovese cinayetini takip eden kamuoyu tartışması, psikolog John Darley ve Bib Latané’yi sorumluluk dağılımı olgusunu keşfetmeye yöneltti. Öğrencileri bir pazar araştırması anketine katılmaya davet ettiler. Öğrenciler, onlara oturmalarını söyleyen ve doldurmaları için bazı anketler veren genç bir kadın tarafından karşılandıkları bir ofise gittiler. Genç kadın daha sonra ofisten sadece perde ile ayrılmış bitişikteki bir odaya geçti. Birkaç dakika sonra öğrenciler, kadının yüksek bir raftan bir şey almak için bir sandalyeye çıktığını ve sandalyeden düştüğünü düşündüren sesler duydular. “Aman Tanrım, ayağım …” diye bağırdı. “Ben … ben … ayağımı… hareket ettiremiyorum. Ah, bileğim. Ben … bu şeyi …

üzerimden … alamıyorum.” İnilti ve ağlama yaklaşık bir dakika daha devam etti. Bitişik odada yalnız bir şekilde pazar araştırması anketini dolduran öğrencilerin %70’i yardım etmeyi teklif etti. Anketi tamamlayan bir öğrenci gibi görünen ama aslında araştırmacılar için çalışan başka bir kişi odada bulunup yardım çağrılarına cevap vermediğinde, deneklerin sadece %7’si yardım teklif etti. Odada iki gerçek öğrenci bir arada olduğunda bile, yardım teklif etme oranı tek bir öğrencinin olduğu zamandan çok daha düşüktü. Sorumluluğun yayılmasının belirgin bir engelleyici etkisi vardı: “seyirci etkisi”. Diğer deneyler de benzer sonuçlar vermiştir.

Adalet Hissi

Diğer herkes öylece dikilirken ortalığı temizleyen tek kişi olmak kimsenin hoşuna gitmez. Aynı şekilde, bize düşen adil paydan daha fazlasını yapacağımızı düşünürsek yoksullara yardım etme isteğimiz azalabilir. Harcanabilir gelirlerinin önemli bir bölümünü vermeyi düşünen insanların aklına hemen onlardan çok daha fazla harcanabilir geliri olup da payına düşen yardımı yapmayanlar gelir. Kış tatiliniz için sıcak bir yere seyahat etmek yerine, evde kalmaya ve tatilde harcayacağınız parayı Hellen Keller International’ın körlüğü önlemenin ve şiddetli enfeksiyon riskini azaltmanın çok düşük maliyetli bir yolu olan A vitamini takviyesi programına bağışlamak için kullanmaya karar verdiğinizi hayal edin. Sonra komşularınızla karşılaşıyorsunuz ve size Grenada’da yelken ve tüplü dalış yaptıkları harika zamanları anlatıyorlar. Bu, bağışta bulunabilmek için gelecek yıl yapacağınız tatilinizden vazgeçme olasılığınızı azaltır mı?

Adalet duygumuz o kadar güçlüdür ki, başkalarının hak ettiklerinden fazlasını almasını önlemek için, genellikle kendi hakkımızdan feda etmeye razı oluruz. “Ültimatom oyunu”nu ele alalım. Bu oyunda, “teklif sunan” ve “yanıtlayıcı” olarak adlandırılan iki oyuncu var. Teklif sunana bir miktar, örneğin 10 dolar, para verilip yanıtlayıcı ile bölüşmesi gerektiği söylenir, ancak paranın nasıl paylaştırılacağı teklifi sunan kişinin nasıl bir paylaşım teklif edeceğine bağlıdır. Yanıtlayan teklifi reddederse, her ikisi de hiçbir şey almayacaktır. Oyun yalnızca bir kez oynanır ve oyuncuların kimlikleri açıklanmaz, bu nedenle de oyuncuların kararları olası bir tekrar karşılaşma durumunda olacak geri ödeme düşüncelerinden etkilenmeyecektir.

Eğer oyuncular tamamen kendi çıkarları doğrultusunda hareket etselerdi, teklif sunan mümkün olan en düşük miktarı teklif eder, yanıtlayıcı ise bu teklifi kabul ederdi. Çünkü sonuçta biraz para bile hiç yoktan iyidir. Ancak birçok farklı kültürde, teklif sunan çoğu oyuncu paranın eşit bir şekilde paylaşılmasını teklif ediyor. Bu teklif her zaman kabul edilmektedir. Bununla birlikte, zaman zaman, teklif sunanlar ekonomistlerin beklediği gibi davranarak yanıtlayıcıya paranın %20’den azını teklif edebiliyor. Yanıtlayıcıların çoğu bu teklifi reddederek iktisatçıları şaşırtmaktadır. Maymunlar bile, aynı görevi yerine getiren başka bir maymunun daha iyi bir ödül aldığını gördüklerinde kendilerine verilen ödülü reddedeceklerdir

Küçük teklifleri reddeden yanıtlayıcılar, bir daha asla etkileşime girmeyecekleri, tamamen yabancı biriyle oynadıklarında bile, para kazanmaktansa adaletsizliği cezalandırmayı tercih ederler. Neden insanlar (ve maymunlar) kendi çıkarlarına aykırı görünen şekillerde hareket etsinler ki? En makul cevap, adalet gibi ahlaki sezgilerin, onlara sahip olan bireylerin ve bu bireylerin ait oldukları grupların üremeci uyumlarını arttırdığı için geliştiğidir. Sosyal hayvanlar arasında, işbirlikçi ilişkiler kuranlar, kurmayanlara göre çok daha başarılı olma eğilimindedir. Adil bir teklifte bulunduğunuzda, işbirliği için iyi bir ortak olabileceğinizin sinyalini vermiş olursunuz. Diğer taraftan, haksız bir teklifi reddedettiğinizde haksız bir anlaşmaya tahammül etmeyeceğinizi gösterir ve böylece başkalarını sizden yararlanmaya çalışmaktan caydırırsınız.

Bu tür sezgilerin sosyal avantajları da vardır. Çoğu insanın adil davrandığı bir toplum, insanlar birbirlerine daha çok güvenebileceği ve işbirlikçi ilişkiler kurabileceği için genellikle herkesin her zaman haksız avantaj elde etmeye çalıştığı bir toplumdan daha iyi işleyecektir.

Psikoloji, Evrim ve Etik

Birçok kişi için, bu bölümde tartışılan sezgiler, “bizim doğamızda yok” başlığı altında, uzaktaki yoksullara bağış yapmanın ahlaki zorunluluğuna dair argümanlara yerinde bir yanıt verir. Ve ilk bakışta, göremediğimiz mağdura değil de görebildiğimiz mağdura yardım etmemiz gerektiği şeklindeki ahlaki yargı bize doğru gelir. Yine de tekrar düşünürsek, bu sezgi sorgulama karşısında ayakta kalamaz. Fırtınanın ortasında bir teknede olduğumuzu ve alabora olmuş iki yat gördüğümüzü varsayalım. Ya alabora olmuş yata tutunan bir kişiyi ya da göremediğimiz, ancak diğer alabora olmuş yatın içinde sıkışıp kaldığını bildiğimiz beş kişiyi kurtarabiliriz. Yatlar kayalara çarpmadan önce içlerinden sadece birine ulaşmak için vaktimiz olacak ve büyük olasılıkla, ulaşmadığımız yata tutunan veya içinde olan herkes boğulacak.

Yalnız olan kişinin kim olduğunun farkındayız; adını biliyoruz ve neye benzediğini görüyoruz, fakat hakkında başka hiçbir şey bilmiyoruz ve onunla hiçbir kişisel bağlantımız yok. Diğer yatın içinde mahsur kalanlar hakkında ise sayılarının beş olması dışında hiçbir şey bilmiyoruz. Eğer kimliği saptanabilir tek bir mağdurun, kimliği saptanamayan beş kişiden daha kurtarmaya değer olduğunu düşünmek için nedenimiz yoksa, elbette daha fazla sayıda insanı kurtarmalıyız. Dahası, altı kişiden hangisi olduğumuzu bilmeden kendimizi kurtarılmaya muhtaç insanların yerine koyduğumuz zaman, bize kurtarılmamız için en iyi şansı vereceğinden, kurtarıcıların alabora olmuş yatlardan içinde beş kişi olana gitmesini isteriz.

Aynı şey, araştırdığımız diğer dört psikolojik faktörün her biri için geçerlidir. Ulusumuzun sınırlarının ötesindeki kişilere bağış yapmak ve dolayısıyla sınırların içinde kaldığımızda yapabileceğimizden çok daha fazlasını yapmak için istekliliğimiz, dar görüşlü bakış açılarımız tarafından kısıtlanır. Küresel teknolojinin ustası olan Bill Gates, artık tek bir dünya olduğumuz gerçeğinin etik sonuçlarını anlamış ve bunlara göre hareket etmiştir. Onun hayırseverliği öncelikle bir bütün olarak dünyada en büyük iyiliği yapmaya odaklanmıştır.

Bir Forbes muhabiri bir sonraki ABD başkanına Amerikan rekabetçiliğini ve yenilikçiliğini geliştirmek için hangi tavsiyelerde bulunacağını sorduğunda Gates, soruyu doğrudan yanıtlayarak şöyle der: “Göreceli konumların aksine tüm dünyayı iyileştirme konusunda daha fazla düşünme eğilimindeyim.” Aksi takdirde, “İkinci Dünya Savaşı harikaydı çünkü savaş bittiğinde ABD göreceli olarak en güçlü pozisyonundaydı” diyebilirdiniz.

Yardım edebileceğimiz insanların sayısından ziyade, yardım edemeyeceklerimizin sayısına odaklanmamıza yol açan boşunalık hissi, dar görüşlülükten bile daha az savunulabilir durumdadır. Yardım argümanına verilen “okyanusta bir damla” cevabı, yardımımın belirli kişilere, ailelere ve hatta köylere yardım edeceği gerçeğini ve onlar için yaptığım iyiliğin, yardım edemeyeceğim daha fazla muhtaç insan olması gerçeği yüzünden azalmadığını gözden kaçırıyor.

Bazı insanlar da sorumluluğun dağılmasını sezgisel olarak makul bulurlar. Böylece, sıtmadan ölecek çocukların hayatlarını kurtaracak cibinlikler için bağış yapmaktansa boğulan çocuğu kurtarmak için daha güçlü bir yükümlülüğüm olduğuna inanırlar. Çünkü boğulan çocuğu kurtarabilecek konumdaki tek kişi benim, oysa bir milyar veya daha fazla insan cibinlik sağlamak için bağışta bulunabilir. Fakat, bu insanların sizin yardım edebileceğiniz çocuklara yardım etmeyeceklerini ya da yeteri kadar hayırseverin sıtmaya yatkın bölgelerdeki tüm aileler için cibinlik sağlamayacağını biliyorsanız, en az bir milyar kişinin yardım edebilecek durumda olması neyi değişir?

Atalarımızın hayatta kalmasına ve çoğalmasına yardımcı olan davranış kalıpları, günümüzün çok farklı koşullarında, bize veya torunlarımıza hiçbir fayda sağlamayabilir. Bazı evrimleşmiş sezgiler veya davranış biçimleri hala hayatta kalmamıza ve çoğalmamıza yardımcı olsa bile, bu, Darwin’in kendisinin de kabul ettiği gibi, sezgileri ya da davranış biçimlerini doğru kılmaz. Evrimin ahlaki bir yönü yoktur. İnsan doğasının evrimsel anlayışı, bir kitle yerine bir bireyle ya da uzaktaki insanlardan ziyade bize yakın olan insanlarla karşılaştığımızda sahip olduğumuz farklı sezgisel tepkileri açıklayabilir, ancak bu, duyguları eylemlerimiz için bir rehber olarak almayı haklı çıkarmaz. Öte yandan, başkalarının ihtiyaçlarının bizimkiler kadar önemli olduğu sonucuna varmak, onu hissetmekle aynı şey olmadığından gözümüzün önünde kurtarılmaya ihtiyacı olan birine cevap verebilirken dünyanın en fakir insanlarının ihtiyaçlarına cevap vermekte başarısız oluruz.

Şüpheciler, mantığın ahlaki davranmamız ya da davranmamamız üzerinde bir etkisinin olduğunu kabul etmezler. Derler ki, bütün mesele bizim ne istediğimiz veya arzu ettiğimiz, bize neyin iyi ya da kötü hissettirdiği, bizim neyi çekici ya da itici bulduğumuzdur. Anlamanın ya da kısaca, filozofların ortaya attığı ve bu kitabın büyük ölçüde içerdiği türden bir şey olan argüman ve akıl yürütmenin herhangi bir kişiyi harekete geçireceğini reddederler. Şimdi, bu görüşle bağdaştırılması zor, artan bir anekdot koleksiyonum var. 3. Bölümde, Charlie Bresler’in bu kitabın ilk baskısına verdiği yanıttan ve bunun sonucunda olanlardan daha önce bahsetmiştim. Öne sürdüğüm etik argümanlara karşılık veren birkaç kişi daha:

Glennview Lisesi öğrencilerinin okuduğu küresel yoksullukla ilgili aynı New York Times yazısında, okuyucuların UNICEF veya Oxfam Amerika’ya bağış yapmak için arayabilecekleri telefon numaralarını ekledim. Bu kuruluşlar daha sonra bana, makalenin yayınlanmasından sonraki ay, bu telefon hatlarının normalde aldıklarından yaklaşık 600.000 dolar daha bağış getirdiğini söylediler. Pazar günleri The New York Times’ı kaç kişinin okuduğu göz önüne alındığı zaman bu çok büyük bir miktar değildir. Yine de bu, makalenin önemli sayıda insanı vermeye ikna ettiğini gösterir. Bu bağışçılardan bazıları bunu yapmaya devam etti. Makalenin yayınlanmasından birkaç yıl sonra, bana, birinin Boston’daki Oxfam ofisine geldiği, makalemin özenle korunmuş bir kopyasını çantasından çıkardığı ve personele, onu okuduğundan beri kuruma bağış yapmak istediğini söylediği aktarıldı. O zamandan beri büyük bir bağışçı oldu.

Fistula Vakfı’nın (The Life You Can Save’in şu anda önerilen hayır kurumlarından biri) İcra Direktörü Kate Grant, çalışmalarımı okuyan birçok bağışçının kuruluşuna yöneldiğini söyledi. Bir keresinde şöyle yazdı: “Bize toplamda 700.000 dolar bağışlayan genç bir adam, önümüzdeki ay oradaki hastane ağımızı görmek için benimle ve yönetim kurulumuzla Kenya’ya seyahat edecek. Bizi senin sayende buldu.”

Dean Spears ve eşi Diane Coffey, “Kıtlık, Bolluk ve Ahlak” adlı makalemi okuyup o kadar etkilendiler ki, düğünlerinde, gölette boğulan çocuğun hikayesini okudular. Daha da önemlisi, akademik kariyer hayallerinden vazgeçip Hindistan’a taşındılar ve r.i.c.e (Research Institute for Compessionate Economics – Şefkatli Ekonomi için Araştırma Estitüsü) adlı bir organizasyon kurdular. Bu organizasyon yoksul insanların –bilhassa küçük çocukların– hayatlarını anlamaya ve onların refah düzeyini yükseltmeye adanmıştır. Dean ve Diane, o zamanlar ihmal edilmiş olan ve Dean’in kendi tabiriyle “erken yaş sağlığı için korkunç ve kalıcı sonuçları” olan açık alanda dışkılama sorunu üzerinde çalışmaya başladılar. Konu hakkında Where India Goes (Hindistan Nereye Gidiyor) adlı bir kitap yazdılar. R.i.c.e., o zamandan beri çalışmalarını anne beslenmesini, hava kirliliğini ve sosyal eşitsizliği daha genel anlamda kapsayacak şekilde genişletti.

Meramec, Missouri’deki St Louis Community College’da etik dersinin okuma listesinde benim “Famine, Affluence and Morality” makalem ve filozof John Arthur’un makalemi eleştirdiği ve argümanım sağlam olsaydı, sadece hayır kurumlarına bağış yapmamızın değil, aynı zamanda, bağışçıya kıyaslanabilir bir zarar vermeden çok fayda sağlayacağı için böbreklerimizi bağışlamamızın da gerekeceğini iddia ettiği bir eleştiri yazısı yer aldı. Arthur, böyle bir gerekliliğin kabul edilebilir olmadığını ve dolayısıyla argümanımın hatalı olduğunu iddia ediyordu. Bu dersi alan öğrencilerden biri Chris Croy’du. Chris şunu sorguladı: Belki de bir yabancıya gerçekten böbreğimi bağışlamalıyımdır? Bunu bir arkadaşıyla tartıştı ve hastaneyi aramadan önce uzun süre düşündü ve sonunda “en çok işine yarayacak olan kişiye” böbreğini bağışladı. Daha sonra, çoğunlukla fakir çocuklara hizmet veren bir okulda öğretmen olan müteşekkir alıcıdan bir çağrı aldı.

Kurtarabileceğin Hayat
Küresel Yoksulluğu Sona Erdirmek için Payına Düşeni Yapmanın Yolları

Yazar: Peter Singer
Türkçeye aktaran: Esma Bihter Akın

Umut Güner

Tarihçi yazar Umut Güner, Ortaçağ Tarihi, Siyaset ve İktidar Felsefesi ile Politik Kuramlar alanlarında ihtisas çalışmaları yürütmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu