amerika gazete haberleri haberler
Felsefe

Yardım etmemek yanlış mıdır?

Bob emekli olmaya yakındır. Birikiminin çoğunu, sigortasını yaptıramadığı çok nadir bulunan ve değerli bir klasik otomobile, bir Bugatti’ye yatırmıştır. Bu Bugatti onun gururu ve neşesidir. Bob sadece araba kullanmaktan ve arabasıyla ilgilenmekten zevk almakla kalmıyor, aynı zamanda yükselen piyasa değerinin onu satıp emekli olduktan sonra rahatça yaşayabileceği anlamına geldiğini de biliyordur. Bob bir gün gezmeye çıktığında, Bugatti’yi bir demiryolunun bittiği yerin ardına park eder ve yolun yukarısına doğru yürüyüşe çıkar. Bunu yaparken, içinde hiç kimsenin olmadığı, kontrolden çıkmış bir trenin demiryolunda aşağı doğru sürüklendiğini görür. Rayların daha ilerisine baktığında, raylarda oynamaya kendini kaptırmış görünen küçük bir çocuk farkeder. Kontrolden çıkmış trenin farkında olmayan çocuk büyük bir tehlike altındadır. Bob’un treni durdurması mümkün değildir ve çocuk onu uyarmak için bağırdığını duyamayacak kadar uzaktadır. Ancak Bob, bir şalteri indirerek treni Bugatti’sinin park edildiği tarafa yönlendirecek bir hamle yapabilir. Bunu yaparsa, kimse ölmeyecektir, ancak tren yan yolun sonundaki çürüyen bariyeri geçecek ve Bugatti’sini hurdaya çevirecektir. Arabaya sahip olma sevincini ve onun temsil ettiği finansal güvenliği düşünerek Bob trenin yönünü değiştirecek hamleyi yapmamaya karar verir.

Araba mı Çocuk mu?

Filozof Peter Unger, bir çocuğun hayatını kurtarmak için ne kadar fedakârlık yapmamız gerektiğine dair inançlarımız konusunda bizi daha fazla düşünmeye davet etmek için boğulan çocuğun hikayesinin bu varyasyonu geliştirdi. Unger’in hikayesi, gerçek dünyadaki yoksulluk hakkındaki düşüncelerimize genellikle çok önemli bir faktör ekler: fedakarlığımızın sonucu hakkındaki belirsizlik. Bob, hiçbir şey yapmaz ve arabasını kurtarırsa çocuğun öleceğinden emin olamaz. Belki de son anda, çocuk treni duyacak ve güvenlice önünden atlayacaktır. Aynı şekilde, çoğumuz bir hayır kurumuna verdiğimiz paranın gerçekten yardım etmesi amaçlanan insanlara yardım edip etmediği konusunda şüphe duyuyor olabiliriz.

Tecrübelerime göre, insanlar neredeyse her zaman treni arabasına doğru yönlendirmeyen, en sevdiği ve değer verdiği varlığını yok etmeyen ve böylece finansal açıdan güvenli emeklilik umudunu feda etmeyen Bob’un kötü bir şey yaptığını söylerler. Araba ne kadar nadir ve değerli olursa olsun, sadece bir arabayı kurtarmak için bir çocuğun hayatını ciddi bir riske atamayız, derler.

Fakat eğer bunu kabul ediyorsak, emeklilik için para biriktirmek gibi basit bir eylem ile Bob kadar kötü davrandığımıza da inanmalıyız. Emeklilik için para biriktirirken, aslında bu parayı hayat kurtarmak için kullanmayı da reddediyoruz. Bu, yüzleşmesi zor bir çıkarımdır. Rahat bir emeklilik geçirmek için para biriktirmek nasıl yanlış olabilir? En azından burada akıl karıştırıcı bir şey var.

Unger tarafından geliştirilen bir başka örnek, insanların hayatının tehlikede olmadığı durumlarda acıyı hafifletmek için yapmaları gerektiğini düşündüğümüz fedakârlık düzeyini ölçüyor:

Klasik otomobilinizle bir kır yolunda ilerlerken, bacağını ciddi şekilde yaralayan bir dağcı tarafından durduruluyorsunuz. Sizden onu en yakın hastaneye götürmenizi istiyor. Eğer reddederseniz, dağcının bacağını kaybetme ihtimali yüksektir. Öte yandan, onu hastaneye götürmeyi kabul ederseniz, dağcının, yakın zamanda yumuşak beyaz deri ile kaplattığınız koltukların üzerine kan bulaştırma ihtimali yüksektir.

Yine çoğu insan, dağcıyı hastaneye götürmeniz gerektiğini söyler. Bu, somut durumlarda, gerçek bireyler hakkında düşünmeye yönlendirildiğimizde, çoğumuzun, diğer masum insanların ciddi ıstırabını bir miktar maliyetle (hatta yüksek bir maliyetle) azaltmakla yükümlü olduğumuzu düşündüğümüzü gösteriyor.

Temel Argüman

Yukarıdaki örnekler, en azından onları görebilecek ve onları kurtarabilecek durumda olan tek kişi olduğumuzda, ihtiyacı olanlara yardım etmemiz gerektiğine dair sezgisel inancımızı ortaya koymaktadır. Ancak ahlaki sezgilerimiz her zaman güvenilir değildir, çünkü farklı zaman ve yerlerdeki insanların sezgisel olarak kabul edilebilir veya sakıncalı buldukları şeyler çeşitlilik gösterir. Aşırı yoksulluk içinde olanlara yardım etme yükümlülüğünün savunusu, yalnızca sezgilerimize dayanmazsa daha güçlü olacaktır. İşte makul öncüllerden aynı sonuca çıkan mantıksal bir argüman:

Birinci öncül: Yiyecek, barınma ve tıbbi bakım eksikliğinden dolayı acı çekmek ve ölmek kötüdür.

İkinci öncül: Eğer kötü bir şeyin olmasını, ona kıyasla ciddi önem arz eden hiçbir şeyden ödün vermeden engellemek sizin elinizdeyse, bunu yapmamak yanlıştır.

Üçüncü öncül: Etkili hayır kurumlarına bağışta bulunarak, yiyecek, barınma ve tıbbi bakım eksikliğinden kaynaklanan acı ve ölümü, ona kıyasla ciddi önem arz eden hiçbir şeyden ödün vermeden önleyebilirsiniz.

Sonuç: Bu nedenle, etkili hayır kurumlarına bağış yapmazsanız, yanlış bir şey yapıyorsunuz demektir.

Boğulan çocuk hikayesi, bu argümanın bağış için bir uyarlamasıdır, çünkü ayakkabılarınızı mahvetmek ve işe geç kalmak, bir çocuğun hayatına kıyasla ciddi bir önem arz etmez. Benzer şekilde, bir arabanın koltuğunu yeniden döşemek, bir bacağını kaybetmek kadar büyük bir olay değildir. Bob ve Bugatti durumunda bile, arabanın kaybının masum bir kişinin ölümünün önemine rakip olmaya yaklaşacağını öne sürmek büyük bir abartı olacaktır.

Bu argümanın öncüllerini reddedebilir misiniz? Yiyecek, barınak ve tıbbi bakım eksikliğinden kaynaklanan acılar ve ölüm nasıl gerçekten kötü olmaz? Gana’da kızamıktan ölen küçük bir çocuğu düşünün. O çocuğun annesi ya da babası olsaydınız, oğlunuzun acı çekmesini ve zayıflamasını çaresizce izlerseniz nasıl hissederdiniz? Çocukların sıklıkla bu hastalıktan öldüğünü biliyorsunuz. Ayrıca, çocuğunuzu hastaneye götürmeye paranız yeterse, tedavi edilebileceğini de biliyorsunuz. Bu koşullar altında, çocuğunuzun hayatta kalmasını sağlamak için hemen hemen her şeyden vazgeçersiniz.

Ahlaki düşünmek, kendinizi başkalarının yerine koymakla ilgilidir, kendinizi o çocuğun ebeveynlerinin veya çocuğun kendisinin yerine koymak gibi. Bu, altın kural tarafından şöyle ifade edilir: “Başkalarına onların sana davranmasını istediğin gibi davran.” Çoğu batılının altın kuralı Matta ve Luka tarafından bildirilen İsa’nın sözlerinde geçtiği için bilmesine rağmen, aslında bundan hem daha eski hem de daha evrenseldir. Budizm, Konfüçyüsçülük, Hinduizm, İslam ve Jainizm öğretilerinde ve Yahudilikte (Levililer’de bulunur ve daha sonra bilge Hillel tarafından vurgulanmıştır) belirgindir.2 Altın kural, başkalarının arzularının kendimize aitmiş gibi önemli sayılması gerektiğini kabul etmemizi gerektirir. Ölmekte olan çocuğun ebeveynlerinin arzuları bizim olsaydı, çocuklarının ıstırabının ve ölümünün ne kadar kötü olduğunu bilirdik. Yani eğer ahlaki olarak düşünürsek, bu arzular kendimizinmiş gibi sayılmalıdır ve, bu durumda, acı çekmenin ve ölümün kötü olduğunu inkâr edemeyiz.

İkinci öncülü de reddetmek çok zordur, çünkü kötü bir şeyi önlemek için, engellediğimiz kötü şey kadar önemli bir şeyi riske atmak zorunda kalacağımız durumlar söz konusu olduğunda bize biraz yanılma payı bırakır. Örneğin, yalnızca kendi çocuklarınızı ihmal ederek diğer çocukların ölümlerini önleyebileceğiniz bir durumu düşünün. O zaman ikinci öncül, diğer çocukların ölümlerini önlemenizi gerektirmez.

“Ona kıyasla ciddi önem arz eden” belirsiz bir terimdir. Bu kasıtlıdır, çünkü açıkça ve tartışmasız bir şekilde bir çocuğun hayatını kurtarmak kadar değerli olmayan pek çok şey olmadan da yaşayabileceğinize eminim. Bir hayat kurtarmak kadar önemli ya da neredeyse onun kadar önemli olduğunu düşündüğünüz şeyi bilemem. Bunların ne olduğuna karar vermeyi size bırakarak, bu konuda görüş belirtme ihtiyacını ortadan kaldırabilirim. Bu konuda kendinize karşı dürüst olacağınıza güveniyorum.

Analojiler ve hikayeler fazla ileriye götürülebilir. Önünde boğulan çocuğu kurtarmak ve bir çocuğun hayatını kurtarmak için treni arabaya doğru yönlendirebilecek tek kişi olmak durumlarının her ikisi de uzaktaki insanlara bağış yaparak yardım etmekten farklıdır. Az önce sunduğum argüman, boğulan çocuk olayını tamamlıyor, çünkü ihtiyacı olan bir tek çocuğa odaklanarak güçlü duygularınıza teslim olmak yerine bu argüman aklınıza yatıyor ve soyut ama zorlayıcı bir ahlaki ilke için rızanızı istiyor. Bu, onu reddetmek için argümanın mantığında bir kusur bulmanız gerektiği anlamına gelir.

Belki de şimdi, temel argümanın, eğer aşırı yoksulluk içindeki insanlara yardım etmek için bağış yaparak, acı çekmeyi ve ölümü onlara kıyasla ciddi önem arz eden şeylerden ödün vermeden önleyebileceksek, bunu yapmamız gerektiğinin aşikâr olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat, bu konuda ciddi olsaydık, hayatlarımız dramatik bir şekilde değişecekti. Etkili bir yardım kuruluşuna katkıda bulunarak bir çocuğun hayatını kurtarmanın maliyeti çok yüksek olmasa da bu meblağı verdikten sonra, her biri nispeten küçük bir oranda ek maliyetle kurtarılabilecek daha birçok çocuk kurtarılmaya muhtaç kalır. Farz edelim ki, sıtmayla mücadele vakfına, yaklaşık 180 kişiyi sıtma taşıyan sivrisineklerden koruyacak 100 uzun ömürlü böcek öldürücü cibinlik satın alınmasına olanak sağlayan 200 dolar gönderdiniz. Gerçekten iyi bir şey yapmış oldunuz ve size mal olan tek şey, gerçekten ihtiyacınız olmayan bazı yeni kıyafetlerin tutarı oldu. Tebrikler! Ama bir şişe şampanya açarak ya da sinemaya giderek bu yaptığınız iyiliği kutlamayın. Bu şişenin veya filmin maliyeti, diğer birkaç savurganlığınızı azaltarak tasarruf edebileceğiniz şeylere ek olarak, bir diğer çocuğun hayatını kurtaracaktır. Bunlardan vazgeçip 200 dolar daha verdikten sonra harcadığınız her şey, tropikal bölgelerdeki düşük gelirli ülkelerde çocukların ölümünün başlıca nedeni olan ve ölümcül olmadığında da yüksek ateş ve uzun süreli, zayıflatıcı hastalığa neden olan sıtmanın önlenmesi kadar önemli veya neredeyse aynı derecede önemli midir? Muhtemelen değil! Bu nedenle, kendinizi daha fazla adarsanız sıtmayı önlemek kadar önem arz eden bir şeyi feda edeceğiniz noktaya gelene kadar – artık kendi çocuklarınız için yeterli eğitimi karşılayamayacağınız kadar çok şey vermek gibi– gereksiz harcamaları azaltmaya ve biriktirdiklerinizi bağışlamaya devam etmelisiniz.

İnsanlar başkalarına zarar vermezlerse, sözlerini tutarlarsa, yalan söylemezlerse veya aldatmazlarsa, çocuklarını ve yaşlı ebeveynlerini desteklerlerse ve belki de yerel topluluklarının daha ihtiyaç sahibi üyelerine biraz katkıda bulunurlarsa, onların iyi insanlar olduklarını varsaymaya eğilimliyiz. İhtiyaçlarımızı ve bize bağımlı olanların ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kalan paramız varsa, onu istediğimiz gibi harcayabiliriz. Bu parayı yabancılara, özellikle de topluluğumuzun ötesindekilere vermek iyi olabilir, ancak bunu, yapma yükümlülüğümüz olan bir şey olarak düşünmüyoruz. Ancak yukarıda sunulan temel argüman haklıysa, çoğumuzun kabul edilebilir bir davranış olarak gördüğü şey yeni ve daha olumsuz bir değerlendirmeyle ele alınmalıdır. Fazla paramızı konserlere ya da son moda ayakkabılara, kaliteli yemeklere ve iyi şaraplara ya da uzak topraklarda tatillere harcadığımızda, yanlış bir şey yapıyoruz.

Aniden, yukarıda ortaya konan üç öncül, sindirilmesi çok daha zor bir hâle geldi. Belki de şimdi, bu derecede zorlayıcı sonuçlara sahip ahlaki bir argümanın mantıklı olup olmadığını merak ediyorsunuz. Ve bu noktada biraz durup bu argümanın en saygın ahlaki geleneklerimizden bazılarına nasıl uyduğuna bakmaya değer.

Yoksullara Yardım Etmeye Dair Geleneksel Görüşler

İncil’e göre, İsa zengin adama şöyle dedi: “Eğer mükemmel olmak istiyorsan, git, eşyalarını sat ve fakirlere ver.” Mesajının anlaşıldığından emin olmak için, bir devenin iğne deliğinden geçmesinin zengin bir adamın Tanrı’nın krallığına girmesinden daha kolay olduğunu da söyledi. Bir yabancıya yardım etmek için kendi yolundan çıkan İyi Samiriyeli’yi övdü.5 Ziyafet verenleri fakirleri, sakatları, topalları ve körleri davet etmeye çağırdı.6 Son yargıdan söz ettiğinde, Tanrı’nın açları doyuranları, susuzlara içecek verenleri ve çıplakları giydirenleri kurtaracağını belirtti. İsa, Tanrı’nın krallığını mı miras alacağımızı yoksa ebedi ateşte mi yanacağımızı belirleyecek olanın “kardeşlerim içinde en kötü durumda olanlara” karşı davranışlarımız olduğunu söyledi. Fakirler için hayırseverliğe her şeyden çok daha fazla önem verdi. Şaşırtıcı olmayacak şekilde, ilk ve orta çağ Hristiyanları bu öğretileri çok ciddiye aldılar. Pavlus, Korintliler’e yazdığı ikinci mektubunda, fazlalığı olanların ihtiyacı olanlarla paylaşması gerektiğini öne sürdü: “Şu anda sizin fazla malınız onların ihtiyaçlarını karşılamalıdır, böylece onların fazla malı da sizin ihtiyaçlarınızı karşılayabilir, böylece eşitlik sağlanabilir.” Kudüs’teki eski Hristiyan Cemaati üyeleri, Elçilerin İşleri’ndeki anlatıya göre, tüm mallarını sattılar ve ihtiyaçlara göre böldüler. Assisili Francis tarafından kurulmuş olan Fransiscan rahip tarikatının üyeleri, yoksulluk yemini ederek tüm özel mülkiyetlerinden vazgeçtiler. Fikirleri Roma Katolik Kilisesi’nin yarı resmi felsefesi haline gelen büyük orta çağ bilgini Thomas Aquinas’a göre, “aşırı bollukta” sahip olduğumuz –yani kendimizin ve ailemizin ihtiyaçlarını şu anda ve gelecekte makul bir şekilde karşılayacak olanın ötesindeki– her şeyi “doğal hakları gereği, geçimlerini sağlamaları için yoksullara vermekle borçluyuz.” Bu görüşü desteklemek için, kilisenin dört asli “Büyük Doktor”u ya da öğretmeninden biri olan Ambrose’dan alıntı yaptı. Ayrıca, güçlü bir ifadeyi içeren 12. yüzyıldan kalma bir kanonik yasa derlemesi olan Decretum Gratiani’ye de atıfta bulundu: “Tuttuğunuz ekmek açlara aittir: attığınız kıyafetler çıplak olanların ve toprağa gömdüğünüz para, beş parasız insanların kurtuluşu ve özgürlüğüdür.”

“Borçlu” ve “aittir” kelimelerine dikkat edin. Bu Hristiyanlar için, malımızın fazlasını fakirlerle paylaşmak bir hayır işi değil, bizim görevimiz ve onların haklarıdır. Aquinas şunu söyleyecek kadar bile ileri gitti: “Hırsızlık, doğru konuşursak, aşırı ihtiyaç durumundayken bir başkasının malını gizlice alıp kullanmak değildir: çünkü hayatını sürdürmek için aldığı mal, bu ihtiyaç nedeniyle kendi malı hâline gelir.” Bu sadece bir Roma Katolik görüşü değildir. Amerika’nın kurucu babalarının en sevdiği filozof John Locke, şöyle yazıyor: “Merhamet, her insana, karşılanmamış temel ihtiyaçları varsa ve başka türlü yaşamını devam ettiremeyecekse, diğer insanların bolluğundan bir hak verir.”

Bugün, bazı Hristiyanlar İncil’in mesajına yeni bir vurgu yapmak istiyorlar. Hristiyan dergisi Sojourners’ın kurucusu ve editörü Jim Wallis, İncil’in yoksulluğu hafifletmek için 3000’den fazla atıf içerdiğine dikkat çekmeyi seviyor –bunun yoksullara yardımı Hristiyanlar için merkezi bir ahlaki mesele haline getirmek için yeterli bir sebep olduğunu düşünüyor. Amaç Odaklı Yaşam (The Purpose Driven Life) kitabının yazarı ve Saddleback Kilisesi’nin papazı Rick Warren, 2003 yılında Güney Afrika’yı ziyaret etti ve harap bir çadırda faaliyet gösteren ve AIDS yüzünden yetim kalmış 25 çocuğu barındıran küçük bir kiliseye rastladı. Warren şöyle diyor: “Kalbimdeki bir bıçak gibiydi: Yoksullar için mega kilisemden daha fazlasını yaptıklarını fark ettim.” Ve devam ediyor:: “Politika ve kültür savaşlarını umursamıyorum. Benim tek derdim insanların Darfur’lar ve Ruanda’ları önemsemelerini sağlamak.”

Yoksullara yardım etmekle ilgili bu üç bin Kutsal Kitap referansının kaynağı dışında Yahudilik’te de yoksullara yardım etme vurgulanmaktadır. İbranice “sadaka” kelimesi “tzedakah”, basitçe “adalet” anlamına gelir ve bunun da belirttiği gibi, Yahudiler için fakirlere yarım etmek isteğe bağlı bir seçenek değil, adil bir yaşam sürmenin önemli bir parçasıdır. Talmud’da (eski hahamlar tarafından Yahudi hukuku ve etiği tartışmalarının bir kaydında), hayırseverliğin diğer tüm emirlere eşit olduğu ve Yahudilerin gelirlerinin en az %10’unu tzedakah olarak vermesi gerektiği söylenir.

İslam da inananların ihtiyacı olanlara yardım etmesini ister. Her yıl asgari refah düzeyinin üzerindeki Müslümanlar, mal varlıkları oranında (sadece gelirleri değil) zekât vermek zorundadır. Altın ve gümüş için –bugün nakit ve diğer likit varlıkları içerdiği anlaşılan bir kategori– gereklilik her yıl %2,5 vermektir. Buna ek olarak hem para hem de emek içeren sadaka verilebilir –örneğin, gezginlerin suya ulaşması için bir kuyu kazmak veya bir cami inşasına yardımcı olmak gibi. Zekâtın aksine, sadaka isteğe bağlıdır.

Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam, kökleri dünyanın aynı bölgesinde yer alan akraba geleneklerdir. Çin geleneği oldukça farklıdır ve bazen söylendiği gibi, muhtaç yabancılara yönelik hayırseverlik eylemlerinden ziyade kişinin ilişkili olduğu kişilere, özellikle de aileye nasıl davrandığına daha fazla odaklanır. Ancak burada da yoksullara karşı yükümlülüklerimizin çok güçlü ifadelerini bulmak mümkündür. Hristiyanlık döneminden yaklaşık 300 yıl önce yaşamış olan Mencius, Konfüçyüs geleneğinin en yetkili yorumcusu olarak kabul edilir ve Çin düşüncesi üzerindeki etkisi açısından Konfüçyüs’ün kendisinden sonra ikinci sırada gelir. Öğretilerini anlatan eserlerden biri, Liang Kralı Hui’nin sarayına yaptığı ziyareti anlatıyor. Varınca kralla tanışmış ve ona şöyle demiş:

Yollarda açlıktan ölen insanlar var ve tahıl ambarlarınızı onlara açmıyorsunuz. İnsanlar ölünce, diyorsunuz ki, “Benden dolayı değil, yıl yüzünden.” Bunun bir adamı bıçakladıktan sonra “Öldüren ben değildim, silahtı,” demekten farkı nedir?

İhtiyacı olanlara yardım etmek için güçlü bir ahlaki yükümlülüğümüz olduğu fikrinde yeni bir şey yok. Bir insanı kurtarmanın kolay olduğu bire bir durumlarda, sezgilerimiz bize bunu yapmamanın yanlış olacağını söylüyor. Yine de hepimiz dünyanın en fakir ülkelerinde aşırı yoksulluk içinde yaşayanlara yardım etmek için çağrılar görüyor veya okuyoruz fakat çoğumuz başkalarına yardım etmekte başarısız oluyoruz. Şimdi, harekete geçmemek için sunduğumuz bazı mazeretleri göreceğiz.

Kurtarabileceğin Hayat
Küresel Yoksulluğu Sona Erdirmek için Payına Düşeni Yapmanın Yolları

Yazar: Peter Singer
Türkçeye aktaran: Damla Belemir Aydın

Umut Güner

Tarihçi yazar Umut Güner, Ortaçağ Tarihi, Siyaset ve İktidar Felsefesi ile Politik Kuramlar alanlarında ihtisas çalışmaları yürütmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu