amerika gazete haberleri haberler
Felsefe

Yardımı Geliştirmek

Muhalifler

Yardıma yönelik bazı eleştirilere kısaca bakmış olsak da pek çok yardım programının yoksulluğu azaltamadığını belirten ciddi muhaliflerin hakkını henüz vermedik. Bu muhaliflerin arasında, 2007 tarihli Beyaz Adamın Yükü (The White Man’s Burden) kitabında yardımların etkisizliğinden yakınan William Easterly öne çıkıyor.

Batı, son elli yılda dış yardıma 2,3 trilyon dolar harcadı fakat dünyadaki sıtma kaynaklı ölümlerin yarısını önleyebilecek on iki sentlik ilaçları çocuklara ulaştırmayı hâlâ başaramadı. Batı, 2,3 trilyon dolar harcadı ve hâlâ fakir ailelere dört dolarlık koruyucu cibinlik vermeyi başaramadı… İyi niyetle gösterilen bu kadar çok şefkatin ihtiyaç sahibi insanlara yardım edememesi bir trajedidir.

Son elli yılda Batı’nın çok büyük şefkat gösterdiğini ve dış yardım için muazzam miktarlar harcadığını fark ettiniz mi? Batılı milletlerin gayri safi milli hasılalarına oranla çok az miktarda yardımda bulunduğunu zaten görmüştük. Easterly, 2006’ya varıncaya kadarki son elli yıldan bahsediyor. O yüzden, yardımın etkisizliğine gelmeden önce Batı’nın bu süreç içerisinde gerçekten ne kadar yardımda bulunduğuna dair bir soru-cevap yapalım.

  • 50 yıl süresince verilen 2,3 trilyon dolardan, bir yıla ne kadar düşer?
  • 46 milyar dolar.
  • Yılda bağışlanan 46 milyar dolardan, bu dönemde zengin ülkelerde yaşayanların payına kişi başına ne kadar düşer?
  • 2006’da zengin ülkelerde yaşayan yaklaşık bir milyar insan vardı. Ancak bu nüfus, öncesindeki 50 yıllık dönemde yaklaşık 750 milyon kişi civarındaydı. Bu da kişi başına yılda yaklaşık 60 dolara denk gelir.
  • 46 milyar dolar, zengin ülkelerin o dönemdeki toplam gelirinin yüzde kaçına denk geliyor?
  • Bağış, bu süre boyunca kazanılan her 100 doların yaklaşık %0,3’üydü, yani 100 dolarda 30 sent.

Zengin ulusların verdiği yardım miktarı şimdi çok görünmüyor, değil mi? Zengin ülkelerin gayrisafi milli hasılalarına oranla verdiği bağışta, Easterly kitabını yayınladığından beri bir yükseliş de olmadı.

Bu konuda biraz perspektif kazanmak adına: 2017’de dünya çapındaki resmi kalkınma desteği ve bağış miktarı yaklaşık 170 milyar dolardı; aynı yıl içerisinde tüketiciler kozmetik ürünlerine 532 milyar dolar harcadı. 11 yıl içerisinde aşırı yoksulluğu bitirmeyi hedeflediğimizi söylüyoruz, ancak seçtiğimiz hükümetlerin aşırı yoksulluğu bitirmek için harcadığının üç katını güzellik ürünlerine harcıyoruz.

Aslında, zengin ulusların bu süreç içerisinde dünyanın en yoksul insanlarına yardım etmek için bağışladığı miktara %0,3 demek bile abartı olacaktır. Yardımın büyük bir bölümü insani niyetlerden ziyade siyasi ve savunma çıkarlarına göre veriliyor. Örneğin, Soğuk Savaş boyunca Batı’nın yardımlarının çoğu, üçüncü dünya ülkelerini Sovyet cephesinden uzaklaştırmaya yönelikti. Easterly’nin hesaplarına dâhil ettiği “yardım”ın yüz milyonlarca doları, Kongolu diktatör Mobutu Sese Seko’nun İsveç Bankası hesabına gitmişti. Yoksulluğu azaltmada yardımın neden bu kadar az etkisi olduğuna şaşmamalı.

Soğuk Savaş uzun zaman önce bitmiş olsa da, yardım hâlâ sadece –hatta bazı durumlarda öncelikli olarak bile– aşırı yoksul insanlara yönelik yapılmıyor. Bu kitabın yazımı sırasında, yani verilerin mevcut olduğu en son yıl olan 2016-17’de, Afganistan 1,3 milyar dolar ile ABD’nin yardım ettiği ülkelerin başında yer alıyor. Afganistan’ın aldığı yardım miktarı, listede ikinci sırada gelen Etiyopya’dan 348 milyon dolar daha fazla. Afganistan son birkaç yıldır Amerika’dan en yüksek miktarda yardım alan ülke ve bu ünvanı kazanmadan önce 2007’de de Amerika’nın yardım bütçesinin yaklaşık %30’unu alan Irak’tan hemen sonra gelmekteydi. Afganistan şüphesiz çok yoksul bir ülke olsa da Etiyopya da bir o kadar yoksul ve Afganistan’ın üç katı nüfusa sahip. Belki de Amerika tarafından işgal edilmiş olsaydı Etiyopya da Irak ve Afganistan kadar yardım alabilirdi.

Yoksullara yardım etmek için yapılan yardımların abartılı bir izlenim verebilmesinin ikinci bir nedeni de, ABD ve Avustralya gibi bazı ülkelerin yardımlarını kendi ekonomilerini güçlendirmek amacıyla kendi mallarının satın alınmasına bağlamalarıdır; bu durum yardımı çok daha az etkili hale getirmektedir. Amerika, yardımlarını yaklaşık %32’lik bir oranla –diğer bağışçıların yaptığından çok daha fazla– kendi üretimine bağlıyor. Örneğin, Amerika’da üretilen kondomlar Asya’da üretilenlerden iki kat daha pahalı olsa da, Amerikan devlet kurumları Afrika’daki AIDS salgınını durdurmak için bağışlanan kondomları Amerikan üreticilerden almak zorunda bırakılıyor. Afrika’ya kondom bağışlanması hayat kurtarıyor olsa da bu amaca ayrılan para endekslendiği için kondom ücretini arttıran herhangi bir etken, bağışlanan kondom sayısını düşürüyor ve bu da hayatların yitirilmesiyle sonuçlanıyor.

Meclis, aynı zamanda ABD çıkışlı tüm yiyecek yardımlarının yurtiçinde yetiştirilmiş olmasını şart koşmaktadır –halbuki tahılın ihtiyaç duyulan bölgeden sağlanması hem daha ucuz olacak, hem nakliyat ve diğer giderlerden muaf olmamızı sağlayacak, hem de yiyeceğin Amerika’dan ulaştırılması sırasında geçen dört aylık gecikmeden kurtulmamızı sağlayacaktır. 2008 yılında yapılan “Ekin Beyannamesi” çalışması, eğer yardımlarda kullanılan yiyecekler yerel olarak sağlanırsa maliyetin bakliyatta %25, tahılda ise %53 oranında azalacağını ortaya koydu.6 Daha da kötüsü, az gelirli ülkeler, ABD tarafından finanse edilmiş yiyeceklerden çok miktarda ithal ettiklerinde yerel çiftçilerin kendi ürünlerinin fiyatı düşüyor ve bu düşüş de üretimi olumsuz etkiliyor. Ayrıca “Kargo Tercihi” direktifi, nakliye ücretleri uluslararası ortalamadan %40 daha fazla olmasına rağmen yiyecek yardımının en az %50’sinin ABD bayrağı taşıyan gemiler aracılığıyla taşınmasını zorunlu tutuyor.

Daniel Maxwell ve Christopher Barrett, 50 Yılın Ardından Yiyecek Yardımı başlıklı tezlerinde, Amerika’nın yiyecek yardımlarının açları doyurmaya yönelik olduğu iddiasını “masal” olarak adlandırırken, Meclis’in tarafsız araştırma kolu olan ABD Hükümet Sorumluluk Ofisi, yiyecek yardımının özü itibariyle etkisiz olduğu sonucuna ulaştı. Bu dezavantajlar açlıkla mücadele eden ABD kuruluşlarının en büyüklerinden biri olan CARE’in, kendisine yapılacak 45 milyon dolar bağış fırsatını gözden çıkararak ABD tahıllarını yoksul ülkelere dağıtmayı reddetmesine yol açmıştır.

Muhafazakâr bir politika enstitüsü olan Amerikalı Girişimciler Enstitüsü, yiyecek kaynakları ve kargo tercihlerine dair direktifler yenilenecek olursa yardım ulaştırma ücretlerinin yılda 300 milyon dolar düşeceğini hesaplıyor. Bu, hayat kurtarma ve değiştirme yardımlarına milyonlarca dolar katkı demek. Ancak buradaki sorun siyasi: ABD’deki kırsal nüfusun orantısız siyasi etkisi yüzünden tahıl üreticileri, ABD yardım programlarını düşük gelirli ülkelerdeki aç insanlara olduğu kadar ABD’li çiftçilere de katkı sağlayan bir program haline getirdiler.

Ülkelerin yardımlarını bu şekilde koşullandırmasının mantıklı olduğunu düşünebilirsiniz; ancak bunu savunacaksınız o zaman tüm bağışların etkisiz olduğu sonucuna varmanız adil olmayacaktır. Koşullu bağışın amaçlarının bir kısmı bağışçı ülkenin ekonomisi için çıkar sağlamak, ve muhtemelen bu da zaten başarılıyor. Eğer yukarıda bahsedilen faktörleri hesaba katarsak, Easterlynin 2,3 trilyon dolarlık yardımın yoksulluğu bitirmediğini söylediği 50 yıl boyunca aşırı yoksulluk içerisindeki insanlar için gerçekten harcanan yardım, zengin ülkelerin vatandaşlarının kişi başı yıllık 60 dolar harcamasına yaklaşmıyor bile. Yardım, bu miktarın çeyreğinden bile az olabilir. Yine de, varsayalım ki, 60 doların tamamı en yoksul insanlara ulaştı. Bu miktar, hala ortalama bir restoranda iki kişilik bir akşam yemeği yemek ya da konsere gitmek için düşünmeden verebileceğiniz bir miktar. Dışarıya çıktığınız bir gecenin ücreti gerçekten de Easterly’nin dediği gibi “iyi niyetle gösterilen bu kadar çok şefkat”e denk midir? Eğer öyleyse bu, insanlardan beklediğimiz şefkatin gerçekten düşük olduğunu gösterir, aynı zamanda muazzam şefkatle yoksul ülkelere verdiğimiz büyük yardımların sıtma ölümleri gibi temel tehlikeleri bile engelleyemediğini savunarak yardımı etkisizlikle suçlayamayacağımız anlamına da gelir. Eğer sözü geçen temel şeyleri yapmakta başarısız olmuşsak, belki de bu, özellikle bu amaçlar için çok az fon ayırmış olmamızdandır.

Çoğu yardım muhalifi, hükümetçe işletilen veya hükümetçe finanse edilen programları hedef alır. Örneğin Easterly’nin kitabı Beyaz Adamın Yükü esas olarak Dünya Bankası, IMF, BM ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı üzerine odaklanıyor. Easterly bu kuruluşların başarısızlığının temelinde gösterişli hırs, merkeziyetçi planlamalar ve şeffaflık eksikliği olduğunu söylüyor, ancak devletten bağımsız çalışan kuruluşların çalışmalarının neredeyse tamamını görmezden geliyor: bu kuruluşlardan 400 sayfalık kitabında sadece dört defa bahsediyor ve bu atıfların hiç birisinde bu kuruluşların çalışmaları üzerine ayrıntılı bir tartışma yok. CARE, Oxfam, Save the Children ve World Vision gibi büyük bireysel yardım organizasyonlarının ise adı bile geçmiyor. Yani Easterly, aktivistlere, “amacınız daha fazla yardım parası toplamaktan ziyade bu yardımın yoksullara ulaştığından emin olmak olmalı” derken eğer hükümetten bağımsız bir kuruluş için para toplayan bir aktiviste hitap ediyorsa, para toplamanın anlamsızlığı hakkındaki iddiası için bir temellendirmede bulunmuyor. (Açıkçası ben daha önce hiç Dünya Bankası’na bağış yapmamı isteyen bir yardım toplayıcısıyla karşılaşmadım).

Geçenlerde Easterly, bu kitap ve The Life You Can Save tarafından önerilen kar amacı gütmeyen bazı kuruluşların çalışmalarına karşı bir itirazı olmadığını belirtti. 2015 yılında Londra’da düzenlenen Hayek Konferansı’nda yoksulların haklarına saygı duyduğunun altını çizdikten sonra ona yöneltilen bir soruya cevaben “Tabii ki yoksul bir insana verilen cibinlik onun haklarını ihlal etmez. Eğer cibinlik istediklerini söylüyorlarsa onlara cibinlik verirsiniz. Olur. Bunda hiçbir sorun yok” demişti.

Harvard mezunu Zambiya’lı ekonomist Dambisa Moyo, Afrikalı hükümetlere giden bağışın kesilmesinin, Afrika hükümetlerini vergileri arttırarak para toplamaya mecbur bırakacağını ve bunun da onları vatandaşlarına karşı daha şeffaf ve sorumlu olmaya mecbur edeceğini iddia ettiği kitabı Ölü Hava ile ortalığı karıştırdı. Bunun doğru olup olmadığını veya şeffaflık ve sorumluluğun artması ile elde edilen avantajların bağış kesintisiyle kaybedilecek avantajlardan daha büyük olup olmayacağını bilmek çok zor.

Açık olan, Moyo’nun da kitabında açıkça belirttiği üzere, Moyo’nun hükümetten bağımsız yardım kuruluşlardan bahsetmiyor oluşudur. Dünya nüfusunun büyük kısmının aşırı yoksulluktan nasıl kaçındığı hakkındaki Büyük Firar’ın yazarı ve Nobel ödüllü iktisatçı Angus Deaton, bağışın hükümetlerin vatandaşlarına olan sorumluluklarından kaçınmalarına imkan tanıdığı yönündeki endişelerini belirtiyor. Buna karşın bağışların sıtma, AIDS/HIV ve ihmal edilen diğer tropik hastalıklarla savaşmada önemli olduğu gerçeğini de kabul ediyor.

Bağışın neler yapabileceğine dair en etkileyici örnek çiçek hastalığının ortadan kaldırılmasıdır. En az 3.000 yıl boyunca çiçek hastalığı insanların başına dert olan korkunç bir hastalıktı. Bu hastalığa yakalanan her 3 kişiden 1’i acı dolu bir ölümle karşılaşmaktaydı. Hastalığı atlatanlar da acı ve ızdırapla boğuşuyordu. Çoğu kör kaldı ve/veya kalıcı biçim bozuklukları ile yaşadı. 1967 gibi yakın bir tarihte, 43 ülkeye yayılan çiçek hastalığı 2 milyon insanın ölümüne sebep oldu.12 Hastalık, 10 yıl sonrasında tamamen ortadan kaldırılmıştı (sonrasında virüsün incelendiği İngiltere’de Birmingham Üniversitesi Tıp Okulu’nda güvenlik ihmalleri sebebiyle sonuçlanan bir ölüm hariç). Virüsün ortadan kaldırılması, ilk kez 1958’de Sovyetler Birliği Sağlık Bakan Yardımcısı virolog Victor Zhdanov tarafından ortaya atılan ve sonrasında Dünya Sağlık Örgütü’nce benimsenen küresel bir aşılama kampanyasının yürütülmesiyle sağlandı.

20. yüzyılın ilk 60 yılı boyunca çiçek hastalığı her yıl 1,5 ile 3 milyon arası insanı öldürdü. Bu aralığın düşük ucunu alsak bile, bu hastalığın yok edilmesi –bu kitabın yazımı sırasında 42 yıl öncesine tekabul ediyor– 63 milyon insanın hayatını kurtardı ve diğer 147 milyonun acı dolu ve elden ayaktan düşüren bir hastalıktan muzdarip olmasını engelledi. Bu, William MacAskill’in İyiliği Daha İyi Yapma isimli kitabında belirttiği gibi, Kızıl Kimer altındaki Kamboçya ölüm tarlaları, 1994’de Ruanda’daki Tutsi katliamları, Kongo, Afganistan ve Irak’taki savaşlar ve 11 Eylül 2001’de gerçekleşen terörist saldırıları da dâhil olmak üzere 1970’lerden bu yana yaşanan savaşlarda ve terör saldırılarında ölen toplam insan sayısının yaklaşık beş katı kadardır. Bunlara Suriye ve Yemen’deki savaşları, 2019’a kadar olan terörist saldırılarını ve 2019’da Christchurch’de Müslümanlara karşı gerçekleştirilen terörist saldırısını eklesek bile çiçek hastalığının kaldırılması ile kurtulan hayatların çeyreğinden fazlasına ulaşamıyoruz. Bu sebeple MacAskill, Viktor Zhdanov’un belki de insanlığa şu zamana kadar yaşamış olan herkesten daha fazla iyiliği dokunmuş olabileceğini söylüyor.

MacAskill’in bu sayıları ortaya koymasının bir nedeni var. Efektif altruizm hareketinin kurucularından olan MacAskill, Easterly’nin 2006’ya kadar olan 50 yıllık süreçte 2,3 trilyon doların iyi harcanmadığı iddiası da dahil olmak üzere, yardım programlarına gelen eleştirilere cevap veriyor.

Diyor ki, 2,3 trilyon doların çiçek hastalığını ortadan kaldırmaktan başka hiçbir şey yapmadığını varsayalım. Bu durumda, altmış milyondan fazla insanın hayatı, her hayat başına 40.000 dolar karşılığında kurtarılmış olurdu. Bir önceki bölümde gördüğümüz gibi, bu miktar düşük gelirli ülkelerde radyo reklamları ile sağlık bilgisi yayınlamak ya da cibinlik bağışlamak gibi bugün destekleyebileceğimiz hayat kurtaran müdahaleler kadar ucuz değil. Yine de bu miktar, ABD Ulaştırma Bakanlığı tarafından sadece bir hayatı kurtaracak karayolu güvenliğini geliştirmek için gerekli olduğu söylenen 9,6 milyon dolar ile karşılaştırıldığında sudan ucuz kalıyor. Hükümetlerin diğer ülkelerin vatandaşlarını kurtarmaktansa kendi vatandaşlarını kurtarmaya öncelik vermesi gerektiğini düşünülse bile, 1950’lerde çiçek hastalığının yaygın olduğu bir ülkedeki birinin hayatının, zengin bir ülke vatandaşının hayatının yalnızca “iki yüzde bir”i değerinde olduğu görüşünü savunmak zordur. Hatırlayın, bir önceki paragraftaki hesaplamalarda yardım için bağışlanan 2,3 trilyon doların çiçek hastalığını ortadan kaldırmaktan başka bir şeyi başarmadığı varsayımı üzerine kuruluydu. Gerçekte yardımın başka pek çok iyiliğe sebep olduğuna dair sağlam kanıtlar var.

Hiç kimse küresel seviyedeki yoksulluğun gerçekten yüklü miktarda yapılan bir yardımla siyasi müdahaleler olmadan başarılı olup olmayacağını bilmiyor, çünkü bu daha önce hiç denenmedi. Yardımların önünü kesen siyasi ve bürokratik kısıtlamalar, hükümetten bağımsız efektif kuruluşlara yardım yapılmasını daha da önemli kılıyor. Yardım programlarıyla ilgili kesin olarak söylenebilecek en kötü şey, geçmişte pek çok resmi yardımın yanlış tasarlanması, yanlış yönetilmesi ve çok az faydalı oluşudur. Fakat şimdi, pek çok alan araştırmasından ve kontrollü denemelerden toplanan veriler gösteriyor ki, eğer gerçekten yoksulluğu azaltmaya karar verirsek ve bunu yapabilecek miktarda kaynağı –geçmiş hatalarımızı değerlendirmemizi ve bu hatalardan öğrenmemizi sağlayacak kaynaklar da dahil– ortaya koyarsak, aşırı yoksulluğu çok büyük oranda azaltmamız mümkün.

Yardım ve Ekonomik Büyüme

Bazı yardım muhalifleri, sadece büyüyen bir ekonominin yoksulluğu bitirebileceğini iddia ediyor. Diyorlar ki, yardım programları insanların sıtma, kızamık ve diğer hastalıklar sebebiyle ölmelerine engel oluyor olsa da ekonomilerini geliştirmek adına hiçbir katkıda bulunmuyor. Örneğin, Küreselleşme Neden İşliyor’da Martin Wolf, küresel pazarda ürünlerini satmak istediklerinde yoksul ülkelerin karşılaştıkları engelleri azaltmanın, yoksulluğu azaltma açısından, yapılacak herhangi miktardaki bir bağıştan çok daha faydalı olacağını savunuyor. Kanıt olarak Wolf ve diğer yardım muhalifleri, son elli yılda en yüksek miktarda yardım alan ülkeler hala yoksulken, kendini yoksulluktan kurtaran ülkelerin genel olarak daha az yardım aldığını söylüyor. Ancak bu, daha büyük problemlerle uğraşan ülkelerin daha çok yardım alıyor olmasından dolayı, yardımın büyümedeki etkisi üzerine adil bir test değildir. Ayrıca, tabii ki, yardımın bir fark yaratıp yaratmadığını görmek için bazı yoksul ülkelere yardım verip bazılarına vermeyerek rastgele denemelerle adil bir gözlem de yapamayız.

Ancak, Maryland Üniversitesi, Michigan Üniversitesi ve Dünya Bankası’ndan bir grup iktisatçı, 1987’den bu yana bir ülkenin Uluslararası Kalkınma Birliği’nden yardım almaya uygun olup olmamasının ülkenin kişi başına düşen gelirinin belli bir eşiğin altında olmasına bağlı olduğunu tespit etti. Ülkeler bu eşiği geçtiklerinde Uluslararası Kalkınma Birliği’nden aldıkları yardım kesiliyordu. Dahası, iktisatçılar, bu kaynaktan gelen yardım kaybının diğer kaynaklardan artan bağışlarla telafi edilmediğini, aksine, diğer bağışçıların da Uluslararası Kalkınma Birliği’nin önderliğini takip ettiğini ve eşiği geçen ülkelere yaptıkları bağışları ortalama %59 oranında kestiklerini gördüler. Bu sebeple iktisatçılar, 1987 ve 2010 arasında ekonomilerinin gelişmesiyle eşiği geçen 35 ülkeye ne olduğunu araştırmaya karar verdi. Bulguları, “yardımın ekonomik büyümeye pozitif, istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi” olduğu yönündeydi. Daha açık bir ifadeyle, eğer örnek ülkeler için yardımın gayri safi milli gelire oranı sadece %1 arttırılırsa, yıllık kişi başı gelirdeki büyüme yaklaşık %0,35 artıyordu. Görünen o ki, yardım ekonomik büyümeyi yavaşlatmaktan çok uzaktır, aksine gelişimi hızlandırmaktadır.

Bu iyi habere rağmen, açık ki, bazı yardım girişimleri ekonomik büyümeyi desteklemekte başarısız olmuştur.

Yardımın ekonomik büyümeyi yavaşlatabilme sebeplerinden biri, The Economist’in 1960’larda Hollanda kıyısındaki Kuzey Denizi’nde doğal gaz bulunuşundan sonra ülkenin ekonomisinin zayıflamasından yola çıkarak tanımladığı bir terim olan “Hollanda hastalığı”dır. Bu değerli doğal kaynak, ülke ekonomisi için büyük bir nimet olmalıydı, fakat gaz ihracatından elde edilen gelirler arttıkça üretim düştü. İktisatçılara göre, diğer ülkeler, Hollanda gazını alırken Hollanda parasının değerini ülkenin temel ticaret ortaklarına göre arttırmış, böylece Hollanda’nın dışarıya sattığı malları pahalılaştırmış ve Hollanda üreticileri uluslararası pazarda daha az tercih edilir hale gelmişti. Yüksek miktarda yabancı yardım akışı, benzer bir probleme sebep olabilir mi?

Gördüğümüz gibi, yardım, zengin bağışçı ülkelerin gelirlerinin çok az bir oranı. Buna rağmen, yoksul uluslar o kadar yoksul ki bazı durumlarda aldıkları yardım onların ulusal gelirinin %10’undan daha fazlasına denk gelebiliyor. Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali ve Malavi gibi bazı yoksul ülkelere yapılan yardım ulusal gelirin çeyreğine denk gelirken Liberya ve Afganistan’da bu rakam ulusal gelirin %20’sine yakın. Böyle bir durumda, yardım görmezden gelinemeyecek bir Hollanda hastalığı etkisine sebep olabilir. Ancak bu, yardımın nasıl kullanıldığına bağlıdır.

Eğer yardımlar altyapıyı, tarım yöntemlerini ve işgücündeki nitelik seviyelerini geliştirirse verimlilik artar ve Hollanda hastalığı sorununu aşabilecek şekilde ihracat arttırılabilir. 1992’deki Mozambik iç savaşının bitişinden on yıl sonra Avrupalı uluslar bu ülkeye çok yüksek miktarlarda bağışta bulundular; hatta bu yıllar boyunca ülkenin gayri safi gelirinin %40’ı yabancı yardımlardı. Yardımın neredeyse yarısı borç yardımı olsa da –ki bu durumda Mozambik içinde harcanamıyordu– yardım aynı zamanda yol, hastane, okul yapımlarında ve işgücü niteliğinin geliştirilmesinde kullanıldı. Belki de bu sebeple kişi başına düşen ekonomik büyüme, yıllık ortalama %5,5’e kadar çıkmıştı. 1966’da bağımsızlığını kazanan Botsvana’ya, 1950’lerde Tayvan’a ve 1990’larda Uganda’ya verilen yüklü miktardaki yardımlar da büyük yardımların güçlü ekonomik büyüme ile uygunluğunu gösterdi. Bu örnekler Hollanda hastalığının kaçınılmaz olmadığını kanıtlıyor.

Zaten, konu gelişmekte olan ülkelerin ihracat sektörlerini büyütmelerinin önündeki engeller olduğunda, yardımdan kaynaklanan Hollanda hastalığından daha dikkate değer bir şey var. ABD ve Avrupa’nın tarıma yaptığı devlet yardımları, yoksul ülkelerin iklimlerinin ve ucuz işgücünün onlara doğal bir rekabet avantajı sağladığı ekonomik sektörde ihracatlarını artırma çabalarına engel oluşturmaktadır. Örneğin, pamuk. Dünyanın en yoksul dört ülkesi –tamamı batı Afrika’da bulunan Burkina Faso, Mali, Benin ve Çad–, sırtını milyonlarca köylü çiftçisinin tek gelir kaynağı olarak pamuğa dayamak zorunda. Bu çiftçilerin çoğu, günlük 2 dolardan daha az bir ücretle ailelerini geçindirmeye çalışıyor. Bu işçiler, pamuğu, 2017’de vergi mükelleflerinin finanse ettiği 663.893.746 dolarlık devlet yardımını paylaşan 1.195 adet ABD’li yüksek mekanize pamuk yetiştiricisinden daha ucuz ve ekolojik olarak daha sürdürülebilir yöntemlerle üretiyor. Bu para, kişi başı ortalama yarım milyona denk geliyor ve yalnızca devlet ödeneği –yani pamuğu satarak kazandıkları miktar değil. Bazı yıllarda ödenek değeri, ödenekli yetiştiricilerin ürettiği pamuğun piyasa değerini aşmaktadır. Bunun aksine, The Guardian’dan Elizabeth Day ile röportaj yapan Malili pamuk yetiştiricisi Moussa Doumbia, küçük arazi parçasında pamuk yetiştirmek ve biçmek için yaptığı ağır işçilik karşılığında yılda 300 dolardan az kazanmaktadır. Doumbia, çocuklarını beslemekte ve hastalandıklarında onlara ilaç almakta zorlandığını belirtiyor. Amerikalı vergi mükelleflerinin Amerikalı pamuk yetiştiricilerine büyük miktarlarda ödenek verdiğinden dolayı kendi pamuğu için daha az para aldığından haberi de yok.

Kaliforniya Üniversitesi Tarım İşleri Merkezi direktörü Daniel Sumner, eğer ABD pamuk ödeneği vermeyi bırakırsa Batı Afrikalı bir pamuk yetiştiricisinin gelirinde meydana gelecek artışın dört çocuğun sağlık hizmetlerini karşılamaya yeteceğini hesapladı.21 İktisatçı Kym Anderson ve Alan Winters’ın çalışmalarına göre, tüm tarım ödeneklerinin ortadan kalkması ve tarımsal olmayan gümrük vergilerinin %50 azaltılması, yıllık en az 96 milyar dolar ekonomik kazanca denk gelir, ki bunun 30 milyar doları gelişmekte olan ülkelere gidecektir. Bu aynı zamanda ABD’li vergi mükelleflerine yıllık 16 milyar dolar ve Avrupalı vergi mükelleflerine daha fazla kâr anlamına da gelir.

Şimdi zamanımızı ve paramızı yoksullara yardım eden kuruşlara bağışlamaktansa ticaret engellerini ortadan kaldırma kampanyasına harcamanın daha iyi olup olmayacağını sorabilirsiniz. Açık ki, bu farklı faktörlere göre değişir: Paramızın ve zamanımızın böyle bir kampanyanın başarılı olmasını daha olası hale getirip getirmeyeceği, böyle bir kampanya başarılı olursa yoksullar için ne kadar büyük kazanç sağlayabileceği ve diğer yardım türleri için harcansa bağışımızın ne kadar yararlı olacağı gibi faktörler. Ticari engellerin kaldırılmasına karşı ittifak halinde olan güçlü siyasi çıkarlar, siyasi değişimin olasılığını azaltır. Amerika’da tarım ödenekleri altı yılda bir yenilenen Ekin Beyannamesi’nce belirlenir. Bu zamanlarda, ödenekler sıklıkla güçlü bir muhalefetle karşılaşır. 2008’de, ödeneklere karşı çıkmak ve devlet harcamalarını kısmak isteyen muhafazakârlar, zaten varlıklı olan kişilere yardım yapmaktan hoşlanmayan liberallerle bir araya gelmişti.

Muhafazakârlar yasayı “kabarık ve müsrif” olarak tanımlayan ve kabul edildiğinde dahi veto eden Başkan George W. Bush’tan güçlü destek aldılar. Yine de Meclis, vetoyu iptal etmek için gerekli olan üçte ikilik çoğunluğu toplamayı başardı. Kongre, 2014 Ekin Beyannamesi’nden bir ödeneği kaldırsa bile yine kongre tarafından geçirilen iki yeni ödenek olan Fiyat Kaybı Kapsamı ve Tarım Riski Kapsamı hızla ilk ödeneğin yerini aldı. Bu ödenekler zengin ABD çiftliklerini –zengin pamuk yetiştiricileri de dâhil– destekliyordu. Başkan Donald Trump ödenekleri kesmeyi önerdi ancak tarihî kayıtlara göre Meclis başkanı, Trump’ın teklifini yok saymaya daha meyilli. Bu Ekin Beyannamesi’nin bir sonraki yenilenme zamanı geldiğinde ödenekleri ortadan kaldırmaya çalışmanın nafile olduğu anlamına gelmez; sadece ihtimaller başarılı olmamızın karşısında demektir.

Daha adil ticaret yasaları yararlı olacak olsa da, bu hâlâ ticaretin her bölgeyi yoksulluktan kurtarabileceğini garanti etmez. Ekonomik büyüme insanları, bölgeleri ve hatta bütün bir ülkeyi pas geçebilir. Bu, ülke hükümetinin sakıncalı ekonomi politikaları izlemesinden ya da siyasetin, geleneklerin ve sosyal yapının ekonomik verimliliğe uygunsuzluğundan dolayı yatırım yapmaya istekli insan sayısının azlığından (bu durumda ekonomik yardım, politika reformuna koşullanabilir) kaynaklanıyor olabilse de ülkenin coğrafi dezavantajlardan muzdarip olmasından da –mesela gelecek vaad etmeyen piyasaları olan yoksul komşularla çevrili olmak gibi– kaynaklanabilir.

O zaman büyüme, ihracat için daha zengin pazarlara ulaşmanın zorluğu nedeniyle sekteye uğrayabilir. Böyle durumlarda yardımların yerel yiyecek üretiminin geliştirilmesine, insanlara eğitim sağlanmasına ve temel sağlık hizmetlerine yöneltilmesi, yoksullara yardım etmenin en iyi, belki de tek yoludur. Tercihen bağış, ekonomik büyümeden her ne sebeple olursa olsun faydalanamayan kişiler için bir güvenlik ağı sağlamalıdır. Ekonomik büyüme bir ülkenin vatandaşlarının hayatlarını iyileştirmek için tek yol değildir. Bazen en yoksul ülkeler, insan refahının temel belirtileri olan bebek ölümleri ve uzun ömürlülük gibi konularda zengin ülkelere kıyasla daha bile iyilerdir. Örneğin Küba, Amerika Birleşik Devletleri’ne göre daha az bebek ölümü vakası görülmesiyle meşhurdur.

William Easterly ve Bill Gates 2007’de Dünya Ekonomik Forumu’nda açık oturumdayken Easterly, Afrika’ya yıllardır verilen tüm yardımların oradaki ekonomik büyümeyi canlandırmada başarısızlığa uğradığı yönündeki her zamanki yorumunu yapmıştı. Gates hızlıca cevap vermiştir: “Bir çocuğun yaşamasının gayrisafi milli hasılayı arttıracağına dair bir söz vermiyorum. Ben, hayatın bir değeri olduğunu düşünüyorum.” Gates haklıdır. Odağımız tek başına gelişmek değil, gelişme arzumuzun ardında yatan hedefler olmalıdır: hayat kurtarmak, sefaleti azaltmak ve insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak gibi.

Kötü Kurumlar İyi Projeleri Bozar

Neden bazı uluslar zenginken diğerleri fakir sorusu üzerine yapılan uzun tartışmalarda çoğu uzman hukukun egemenliği, mülkiyet hakkının korunması, etkili hükümet, güveni mümkün kılan toplum gelenekleri, iyi ve evrensel eğitim ve usulsüzlüğe tahammülün az oluşu gibi iyi kurumların ve pratiklerin önemi vurgulanır. Etkili hükümet, kamu sektörünün oldukça iyi işlemesi demektir. Eğer bir iş kurmak istersek yetkililere işlerimizi halletmeleri için rüşvet vermemiz gerekmemelidir. Çalışanlar, tüketiciler ve sakinler olarak haklarımız tehlikeli iş yerlerinden, tehlikeli ürünlerden ve endüstriyel kirlilikten korunmalıdır. Hukukun egemenliği bizi şiddetten korumalı ve gelecek için plan yaparken sahip olduğumuz şeylerin bizden alınmayacağına dair makul bir güven vermelidir. Anlaşmayı bozan ortakların cezalandırılacaklarının bilindiği işbirliklerinin yapılması mümkün kılınmalıdır. Yasaya başvurmanın her zaman bir bedeli olduğu için, belli bir güven seviyesi insanların birlikte çalışmasını kolaylaştırır ve bir cemiyet duygusu yaratır.

İyi kurumların yoksulluğun azaltılmasında çok önemli bir rol oynadığı fikri bizi yardımın değerinin inkâr edilmesine değil, daha ziyade, yardımın, yardımı alacak hükümetin ekonomik büyümede üzerine düşen rolü oynaması koşuluna bağlanmasına yönlendirir. Bu düşünce biçimi, Başkan George W. Bush’u 2002’de iki partinin de desteğiyle ABD bağışının bir kısmını, başkanın sözleriyle “adilce yönetilen, vatandaşlarına yatırım yapan ve ekonomik özgürlüğü destekleyen” ülkelere ayıran bir girişim olan Millennium Challenge Account’u kurmaya itti. Hesabı yönetmek için üstelik Millennium Challenge Corporation adında bağımsız bir kurum da oluşturuldu. The Millennium Challenge Corporation, Obama yönetimi süresince çalışmalarına devam etti ve ABD bağış programının Trump yönetiminde hatırı sayılır şekilde

ilgi gören tek sektörü oldu. Millennium Challenge Corporation, yaptığı yardımları kapitalist gelişim modelini yayma amacıyla kullanmakla eleştirilse de ülkelerin bağış almaya hak kazanması için karşılaması gereken koşullar, Liberya’nın eğitim verilerindeki iyileşmeler, Sierra Leone’deki yolsuzlukla mücadele çabaları ile Segenal Nehri Vadisi’nde kadınlara arazi satışı yapılması gibi pek çok başarı ile itibar kazandı. ABD bağış programlarının devamlı eleştirmeni olan Küresel Yapılanma Merkezi tarafından yapılan bir çalışma, ABD Millennium Challenge Corporation bağış programları ile anlaşmaya giren Afrika ülkelerinin anlaşmaya girmemiş ülkelere kıyasla, kamu anketleriyle ölçüldüğü üzere, vatandaşlarının önceliklerini “çarpıcı biçimde daha yüksek” sırada tuttuğunu ortaya koydu.

Bağış ve bağışın gelişme üzerindeki etkilerini çalışan iktisatçı Paul Collier, bağışın, özellikle zayıf devletlerde, kurumların gelişmesinde etkili olabileceğini göstermiştir. Örneğin, iç savaştan çıkan ülkeler, tekrar anlaşmazlığa düşerek vatandaşlarına büyük zorluklar yaratma riskindedirler. Collier, uygun şekilde yönetilen ve yıllar boyunca sürdürülen bağışın hükümetlerin bu trajediden kaçınma kapasitelerini önemli oranda arttırdığını göstermiştir. On yıllarca iç savaştan muzdarip olan Mozambik, bağışın değişim yarattığı örneklerden biriyken, Sierra Leone de başka bir örnektir. Zambiya’da, Levy Mwanawasa’nın hükümeti, 2002’de aşırı yolsuz bir hükümetten sonra yönetime geçtiğinde olduğu gibi, daha dürüst ve becerikli, reform yanlısı bir hükümet, yozlaşmış ve beceriksiz rejimin yerine geldiğinde de yeni fırsatlar doğar. Collier, böyle durumlarda, dört yıl boyunca sağlanacak 1 milyar dolarlık yardımın ülkelere 15 milyar dolarlık ekonomik katkı sağlayabileceğini ortaya koymuştur, tabii iyi yönetilen bir ülkenin Dünyaya yaptığı katkı buna dahil değildir.

Eğer bağışı reforma koşullamak yolsuz ve etkisiz hükümetlerin gelişmesini ve çatışmalardan kaçınmasını sağlayabilirse bunun yapılacak doğru şey olduğu durumlar mevcuttur. Ne yazık ki, bazen koşullar o kadar kötüdür ki yapabileceğimiz hiçbir şey kötü hükümetin şanssız vatandaşlarının sefaletlerini bitiremeyebilir. Böyle durumlarda başka şeyler yapmalıyız. Ancak diğer durumlarda bağış, daha iyi kurumların ortaya çıkmasına yol açamasa da doğrudan en yoksullara, onlar için belirli ve sürdürülebilir bir değişim sağlayarak yardım edebilir. Bu durumda yardımı esirgememeliyiz.

Neyin İşe Yaradığını Değerlendirmek – Mikrofinans

Mikrofinansın hikâyesi, Muhammed Yunus’un Chittagong Bangladeş Üniversitesi’nde ekonomi bölüm başkanı olduğu 1976’ya uzanmakta. Kırsal yoksulluk üzerindeki çalışması, Yunus’u Jobra’nın yakınlarında bulunan, mobilya üreten kadınların bambu almak için yerel tefecilere borçlanmak zorunda kaldıkları bir köye götürmüştü. Tefeciler öyle yüksek oranlarda faiz istemektedirler ki kadınların çalışması onları asla yoksulluktan kurtaramamaktaydı. Yunus, kendi cebinden 27 dolara denk gelen bir miktarı köydeki 42 kadına verdi. İnanılmaz bir şekilde, bu azıcık miktar –kişi başı yaklaşık 64 sent– onları tefecilerden kurtaracak bağımsızlık yoluna sokmaya, sonunda borçlarını ödemeye ve yoksulluktan çalışarak kurtulmalarını sağlamaya yetmişti.

Bu başarıdan cesaretlenen Yunus, bir devlet bankasını köylülere çok küçük krediler sağlayacak bir pilot proje için borç vermeye ikna etti. Sonraki altmış yıl içerisinde pilot proje, genellikle kadın gruplarına binlerce borç verdi. Kadınlar eğer borcu ödemezlerse gruptaki diğerlerinin borç alamayacağını bildiklerinden hemen hemen bütün borçlar geri ödendi. Bu o zamanlar kabul edilen “yoksula borç vermek yüksek risk taşır ve bu yüzden sadece yüksek faizle fiyatlandırılırsa ekonomik olarak uygulanabilir olur” şeklindeki düşünceyi tersine çevirmiştir.

Yunus, 1982’de Grameen Bankası ya da “Köy Bankası”nı Bangladeş’te kredi vermesi için kurdu. Banka, kredi değeri, mülkü ya da çalışma geçmişi olmayan birkaç milyon alıcıya borç verecek şekilde büyüdü –ve alınan borçların %97’si tamamen geri ödendi. Bunun sonucunda, Grameen Bankası bütün dünyada “mikrokredi” veren –yani yoksul insanlara küçük borçlar veren– binlerce kuruluş için bir model haline geldi.

Mikrokredi insanlara yoksulluktan kurtulmaları için yardım etmede o kadar başarılı görünüyordu ki 2006’da Nobel Barış Ödülü Yunus’a takdim edildi. Ödülü verirken, komite aşırı beklentilerin tehlikesini fark ederek yoksulluğun üstesinden gelmenin “tek başına mikrokredi ile gerçekleştirilemeyeceği” konusunda uyarıda bulundu –ancak daha sonra mikro kredinin yoksulluğun sona ermesinde “büyük bir rol oynayabileceğini” söyledi. GiveWell, mikrokredi konusunda ilk hibelerinden birini Opportunity International adlı bir mikrofinans organizasyonuna verecek kadar ümitliydi.

Sonraki on yıl boyunca mikrokredinin yoksulluğun üstesinden gelmede büyük rol oynayacağı inancı etkisini yitirdi. Yoksullar için Yenilikler Hareketi ve Jameel Yoksulluk Eylem Laboratuvarı’ndan (ikisi de yoksulluğu azaltmada neyin işe yarayıp yaramayacağını araştıran öncü merkezlerdir) araştırmacılar mikrokredi hakkında altı ayrı çalışma yürüttüler. Küçük, kısa süreli borçların “yoksul alıcılar için genelde artan gelire, çocukların eğitimine yatırıma ya da kadınların güçlenmesine önemli faydalar sağlamadığı” sonucuna vardılar.30 Bu, mikrokredi işe yaramaz demek değildir. Yoksul insanlara borç alabilmeyi mümkün kılmak, acil durumlarla baş etmelerine ve sıkıntılı dönemlerde ailelerini beslemelerine imkan tanır. Yine de kabul etmek gerekir ki, mikrokredi borç alanların hayatlarını değiştirmez ya da yoksulluğu bitirmeye muazzam bir katkıda bulunmaz.

Kıtlık Mevsimi Yok

Yardım kuruluşları, Muhammed Yunus gibi insanların aşırı yoksulluk gibi bir sorunu dert edinmeleri ve bu sorunun nasıl çözüleceğine dair bir fikir sahibi olmaları ile başlar. Buldukları çözümü bir konumda deneyebilir ve bunun işe yaradığını keşfedebilirler. Böylece söz konusu problemi dünya genelinde çözme umuduyla planlarını uygulamak ve onu büyütmek için ümitlenirler. Bunu yapmak için bir bağış kurumu oluştururlar ve aynı sorunu umursayan ve stratejilerine güvenen bağışçılardan destek kazanırlar.

Bu model sezgisel olarak çekici görünebilir ancak kurucuların projelerinin başarısını objektif olarak değerlendirmelerinde zorluk oluşturur. Gerçekten ihtiyaç duyulan şey belli bir çözüme olan bağlılık değil, kanıtların peşinden gitmektir. Bu, The Life You Can Save’in tavsiye ettiği, kar amacı gütmeyen kuruluşlarından biri olan Evidence Action’ın benimsediği bir işleyiş biçimidir. Umut vadeden girişimleri büyütmeye karar vermeden önce Evidence Action bunları etki, maliyet verimliliği ve ölçeklenebilirlik konularında test eden bir “Beta” kuvözünü birlikte uygulamaya geçirir. Kıtlık Mevsimi Yok, Beta kuvözünde bulunan, genellikle mahsullerin ekilmesi ile hasat edilmesi arasındaki dönemde aşırı yoksul kırsal işçiler için iş fırsatlarındaki dramatik düşüşe odaklanan bir programdır. “Kıtlık mevsimi”nden kaynaklanan yoksulluk, küresel olarak 600 milyon insanı etkilemektedir.

Kıtlık Mevsimi Yok’un ardındaki fikir küçük seyahat ödenekleri veya krediler ile işçilerin yakındaki bir şehre veya farklı iş gücü fırsatlarına sahip başka bir kırsal bölgeye ulaşmasını sağlamaktır. Buralarda ürünsüz mevsim süresince iş bularak kırsal bölgede kaldıkları duruma kıyasla daha fazla kazanabilirler. Bu sadece makul bir teori değildir: Kuzey Bangladeş’te yürütülen küçük ölçekli rastgele kontrollü çalışmalarda test edilmiş olup, katılımcı aileler için gelir ve tüketim üzerinde olumlu etkileri gözlemlenmiştir. Bu denemeler ve Kıtlık Mevsimi Yok’un beklenen tahmini maliyet verimliliği o kadar gelecek vaat ediyordu ki, GiveWell kıtlık Mevsimi Yok’u 2017’nin En İyi Hayır Kurumu seçti.

Evidence Action, programları büyütmenin kolay olmadığını biliyor. Bölge ve ülke ölçeğinde hizmet sağlamak, sadece birkaç köye hizmet götürmekten çok daha farklı beceri ve kaynak gerektiriyor. Bu sebeple, Evidence Action, düzgün bir şekilde rastgelenmiş ve istatistiksel olarak anlamlı sonuçlar vermiş olsa da küçük ölçekli testlere tek başına güvenmiyor. Programlar boyutlarını büyütürken Evidence Action onları test etmeye devam ediyor. Buna uygun olarak, Kıtlık Mevsimi Yok hakkında öncü iktisatçılarla iş birliği yapılarak başka rastgelenmiş kontrollü denemeler ile bu programın büyütülünce de aynı pozitif sonuçları verip vermeyeceği denendi. Bu büyütülmüş deneme sonuçları analiz edildiğinde Kıtlık Mevsimi Yok’un daha az gelecek vadettiği fark edildi. Araştırmacılar özellikle daha az işçinin kredi aldığını, bunun da göçü teşvik etmediğini ve akabinde gelir ya da tüketim üzerinde hiçbir etkisi olmadığını ortaya koydular.

Ama bu hikâye hakkındaki en dikkat çekici şey şudur: Evidence Action’ın liderleri, araştırmacıları ve saha çalışanları, Kıtlık Mevsimi Yok’a zaman, para ve epeyce miktarda umut harcamışlardır. Bu durumda kuruluşun, büyük ölçekli deneme sonucunu, belki çalışmada hatalar olduğunu söyleyerek ya da testlerin ortaya çıkardığı noksanlıkları yenmede bir yol bulduklarını iddia ederek önemsizmiş gibi göstermesini bekleyebilirsiniz. Bunun yerine Evidence Action, Kıtlık Mevsimi Yok’u 2018’in En İyi Hayır Kurumu seçmemesi için GiveWell’i uyarmıştır. Üstelik, programa yapılacak bazı değişikliklerin daha önceki yerel denemelerdeki gibi olumlu sonuçlar verip vermeyeceğini görmek için araştırmalara devam ederken de program için bağış toplamayı durdurmuştur.33 Yine de, Evidence Action yeni deneme sonuçlarını beklerken yerel ortaklar tarafından uygun finansal prosedürlerin her zaman uygulanmadığının görülmesi gibi başka meseleler ortaya çıkmıştır. Daha fazla araştırma sonucu Evidence Action Kıtlık Mevsimi Yok programının tamamen bitirilmesine karar vermiştir.

Evidence Action’ın şeffaflığı ve dürüstlüğü, delile dayalı kuruluşların bu gibi zor durumlarda nasıl davranmaları gerektiğine dair bir model haline gelmelidir. Evidence Action’ın CEO’su Kanika Bahl’ın da söylediği gibi, kuruluşlar gerektiğinde “zor kararlar vermeye ve programları bitirmeye istekli olmalıdır.” Bahl, “bu, bir program sırf zorluklarla karşılaştı diye on binlerce ya da yüz binlerce insanın hayatını gözle görülür şekilde iyileştiren bir işi yapmaktan vazgeçmemiz gerektiği değildir” diyor; ve çeşitli zorlukların hayli muhtemel olduğu yerlerde “bizim işimiz dramatik şekilde hayatları iyileştiren olanaklara sırtımızı çevirmek değil, etkin maliyet ve sorumluluk ile bu riskleri azaltmaktır” diye de devam ediyor. Sonuçta, Evidence Action’ın daha öncesinde övdüğü programlardaki pürüzler kuruluşun itibarını azaltmamış, aksine artırmıştır. Eğer daha çok yardım kuruluşu Evidence Action’ın izinden giderse ve daha çok bağışçı yatırımlarının sonuçlarını dürüst şekilde raporlayan ve yatırımların gerektirdiği zor kararları veren kuruluşlara değer verirse, kaynakların gerçekten işe yarayan programlara akması ve bağışların yerini bulması daha muhtemel olur.

Milenyum Köyleri Projesi

2005’te Jeffrey Sachs tarafından yürütülen Birleşmiş Milletler Milenyum Projesi, tavsiyelerini Afrika’da yerel ölçekte uygulamak için Milenyum Köyleri Projesi’ni başlattı. Proje, on yıldan fazla süre boyunca ve on Sahra Altı Afrika ülkesinde tarım, beslenme, eğitim, sağlık ve altyapı alanlarında köylerin Milenyum Kalkınma Hedefleri’ne ulaşması için tasarlanmıştı. Bunun altında yatan hipotez, bu alanlara odaklanıldığında köylülerin kendilerini yoksulluğa tutsak eden koşullardan kurtarabilecekleri idi. Proje Madonna, Bono, Angelina Jolie, Brad Pitt ve George Soros’u da içeren pek çok yüksek profilli bireyin ilgisini çekmişti. Bu kitabın ilk basımında, bunu insanların yoksul hükümet ve yozlaşmış kuruluşlara rağmen yoksulluktan çalışarak kurtulmalarına nasıl destek olabileceğimize dair potansiyel bir model olarak tanımlamıştım. O zaman belirttiğim gibi, çok sektörlü kalkınma yaklaşımı projesinin etkili olup olmayacağını söylemek için çok henüz erkendi, yine de ilk sonuçlar umut vericiydi.

Artık sonuçlar geldi ve vaatlerin yerine getirilemediği açık. Proje, köylerin Milenyum Kalkınma Hedefleri’ne ulaşmalarını sağlayamamıştır. Böylesine hırslı ve iyi niyetli bir projenin başarısız olduğunu görmek hayal kırıcı olabilir. Ancak belki de daha hayal kırıcı olan projenin daha titiz bir şekilde değerlendirilmemiş olmasıdır. Evidence Action’ın Kıtlık Mevsimi Yok’unda gördüğümüz gibi, önemli olan hataların kabullenilmesi ve bu hatalardan çıkan derslerin gelecek projelere uygulanmasıdır. Proje planlama ve yürütme ile kanıt toplama konularında titiz bir yaklaşım ve şeffaflık kolay değildir ve ucuza mal olmaz, ancak bağış konusundaki tüm yeni yaklaşımların önceliği bu olmalıdır.

Mezuniyet Yaklaşımı

“Mezuniyet Yaklaşımı” olarak bilinen farklı ve çok yönlü program bir süredir titizce değerlendiriliyor ve aşırı yoksul insanların durumlarını iyileştirmekte şimdilik iyi sonuçlar gösteriyor. Bu yaklaşım farklı bileşenlere sahiptir: iş kurmak için ya da verimlilik sağlayan ürünler (mesela tavuk) için yatırım sağlanması; gelir elde etmek için varlığın nasıl kullanılacağına ilişkin eğitim; projenin süreceği üç yıl boyunca mentörlük ve bir tasarruf ve kredi tesisine erişim. Rastgele yapılmış kontrollü denemelerle bu program Asya, Afrika ve Latin Amerika’da bulunan altı farklı ülkede değerlendirildi. Denemeler gösterdi ki, altı ülkeden beşinde, çok yoksul olduklarından öğünleri atlamak zorunda kalan ailelerin devamlı gelirleri ile birlikte tüketimleri de arttı.

Mezuniyet yaklaşımını Kenya ve Uganda’da kullanan, kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan Köy İşletmesi, bağımsız bir araştırma kuruluşu olan Yoksullar için Yenilikler’i kendi programlarının bir yıllık versiyonu için büyük ölçekli rastgele yapılan bir kontrollü denemeye davet etti. Bu deneme, beslenmede ve kişisel refahtaki gelişimler de dahil olmak üzere, sürdürülebilir olumlu sonuçlar ortaya çıkardı. Bu kitabın yazımı sırasında, toplamda, mezuniyet yaklaşımının iyi yürütülmüş dokuz adet rastgele yapılan kontrollü denemesi bulunuyor. Birlikte ele alındıklarında, nakit sağlama, iş eğitimi ve tasarruf gruplarının birleşiminin aşırı yoksulluğu iyileştirmede etkili olduğuna dair güçlü kanıtlar sağlıyorlar. Mezuniyet yaklaşımı hakkındaki bir Dünya Bankası brifingi, bu yöntemin aşırı yoksulluğu bitirmeye yönelik stratejilerin “ayrılmaz bir parçası” olabileceğini öne sürüyor.

Köy Girişimi, adının da belirttiği gibi, köylerde ticari girişimler başlatılması üzerine uzmanlaşmış bir kuruluştur: 1987’den beri 44.700 iş yerinin kurulmasına yardım etmiş ve 175.000’den fazla Batı Afrikalıyı eğitmiştir. Kuruluş, neredeyse tamamen yerel Batı Afrikalılara iş sağlıyor. Yardım Kurumu değerlendiricisi ImpactMatters tarafından Köy Girişimi’nin bağımsız bir denetiminden geçirilmesi kararlaştırıldı ve harcanan her 1 ABD doları için yaşam boyu hane geliri getirisine 1,80 ABD doları geri kazandıracağı tahmin edildi. Köy Girişimi, programının her üç kişilik iş yeri için yaklaşık 595 dolara mal olduğunu ve her yeni iş yerinin ortalama 20 bireyin (bölgedeki ortalama aile büyüklüğüne göre) hayat kalitesini arttırdığını tahmin ediyor. Eğer bu doğruysa, o zaman yerlilerin hayatları kişi başı 30 dolar gibi inanılmaz makul bir miktarla iyileştirilmiş demektir. İlerleyen çalışmalar, bu programlar daha büyük ölçekte uygulandığında da etkilerini koruyabilecekler mi gösterecektir.

Farklı Kanıt Türleri Kullanmak

Bir önceki bölümden çıkarılacak sonuç şudur: neyin işe yarayıp neyin yaramadığını öğrenebiliriz ancak bunu yapmak için mümkün olan en tarafsız araçları kullanmalıyız. İdeal olarak, bu araçlar, denemeler yapılmadan önce duyurulan (böylece kuruluşlar sadece iyi sonuçları seçip yayınlayamazlar) rastgele yapılan kontrollü denemeler ve kamu denetimine tamamen açık sonuç ve yöntemlerdir. Sonrasında, küçük ölçekte nelerin işe yaradığına dair bulgularımız olduğunda, büyük ölçekli girişimleri de kapsayacak şekilde değerlendirmelerimizi genişletmeye çalışabiliriz.

Bağış girişimlerini en iyi nasıl değerlendireceğimiz bilgisine pek çok farklı araştırmacıdan önemli katkılar geldi ancak iki kuruluş bu alanı geliştirmede çığır açıcı işleriyle öne çıkıyor. Easter Duflo tarafından Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde kurulan ve yoksulluk içindeki insanlara yardımcı olacak programları değerlendirmek için rastgele kontrollü denemelerin öncüsü olan ve yoksulluk araştırmaları alanında J-PAL olarak bilinen Jameel Yoksulluk Eylem Labaratuvarı bu kuruluşlardan biri.

Bunu takip eden, Duflo’nun yanında çalışan ve sonrasında Yale Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan Dean Karlan tarafından kurulan Yoksullar için Yenilikler de ikinci kuruluşumuz. Bu kuruluşların ikisi de yukarıda bahsedilen mikrokredi programı ve mezuniyet yaklaşımı gibi girişimlerin test edilmesinde yer aldı. İki araştırma alanı keskince ayrılamasa da, GiveWell Bağış Kuruluşlarını araştırırken J-PAL ve Yoksullar için Yenilikler de müdahale biçimlerini araştırdı. GiveWell ve The Life You Can Save’in tavsiye ettiği pek çok yardım kuruluşu hakkındaki güçlü deliller, J-PAL ve Yoksullar için Yenilikler’in titiz çalışmalarından elde edildi. Yine de daha yapılacak çok şey var ve henüz bunları yapacak yeterli kapasite yok.

Kanıtlanmış etkili programları ve bunları tespit eden ve değerlendiren kuruluşları desteklemenin yanı sıra, kaçırabiliyor olduğumuz fırsatlara –şu anda sahip olduklarımızdan daha etkili olma potansiyeline sahip olan ancak farklı şekillerde test edilmiş olan veya henüz yeterince değerlendirilmemiş olan veya değerlendirmenin zor olabileceği müdahalelere– açık olmalıyız. GiveWell, hükümet politikasını etkileme fırsatı olanlar da dâhil olmak üzere, ölçülmesi daha zor olan müdahaleleri değerlendirmek amacıyla araştırma personelini iki katından fazlasına çıkartmaya yönelik planlarını duyurarak bu ihtiyaç konusundaki farkındalığını gösterdi.

The Life You Can Save tarafından tavsiye edilen ve kar amacı gütmeyen bir tasarım şirketi olan D-Rev, hastalar ve hasta bakıcılarla yakından iş birliği yaparak onların en acil ihtiyaçlarını anlamaya çalışıyor. Daha sonrasında da bu verilerle yenilikçi çözümleri tasarlamayı ve ulaştırmayı hedefliyor. Bu yaklaşımı kullanarak D-Rev, yenidoğan sarılığını iyileştiren bir fototerapi makinesi ile protez bir diz geliştirdi. İki tasarım da az gelirli ülkelerdeki insanların ihtiyaçlarını karşıladı ve bunu eşdeğer ticari ürünlerden çok daha ucuza yaptılar. Akıllı bir “sürekli pozitif hava yolu basıncı cihazı” ve yeni doğan beslenmesini zenginleştiren bir alet şu anda ar-ge aşamasında olan başka tasarılar. D-Rev, 2020’ye kadar tıbbi çözümleriyle 1 milyon hastayı iyileştirmeyi hedefliyor. İşlerinin etkisini takip etmek için sadece sattıkları ürün sayısını değil, bu ürünleri kullanan ve faydasını gören insanların sayısını da belirlemeye gayret ediyorlar.

Düşük gelirli ülkelerdeki psikolojik sağlık hizmetleri, küresel sağlık politikasının ihmal ettiği bir alan ve düşük maliyetle iyilik yapmak için başka bir fırsat olabilir. Depresyon gibi psikolojik hastalıklar, bedensel bir hastalık ya da yaralanma belirtileri göstermediklerinden ihmal etme eğiliminde olduğumuz ağır hastalıklardır. Pek çok varlıklı ülkede psikolojik hastalıkları tedavi etmek ekonomiye son derece yararlıdır, refahı iyileştirir ve üretkenliği arttırır çünkü psikolojik hastalıklar çok sayıda işsizliğin, devamsızlığın ve genel olarak zayıf işyeri performansının sebebi olabilir. 15 Avrupa ülkesinde yapılan bir çalışma, psikolojik hastalıkların ekonomik maliyetinin gayri safi milli hasılanın %3-4’ü olduğunu hesaplıyor.

Az sayıda insanın danışmanlık ya da tedavi imkânı bulabildiği az gelirli ülkelerde psikolojik hastalıkların daha az problem olduğunu düşünmek için elimizde bir neden yok. 2013’ten beri StrongMinds, depresyondaki Afrikalı kadınları tedavi ederek bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. Kuruluş özel olarak eğitilmiş yerel kadınları işe aldığından yerel kültüre uyarlanmış olan, düşük maliyetli grup terapisi metodunu kullanıyor. İlk çalışmalar gösterdi ki çalışmaya katılan kadınların %75’i tedavi bittikten sonraki altı ay boyunca depresyona girmemişlerdir. StrongMinds, depresyondan muzdarip her Afrikalı kadının sağlıklı, üretken ve tatmin edici bir hayat sürmeleri için mümkün olan en iyi imkânı sağlayacak terapiye ulaşımını artırmak için bu yöntemi genişletmeye çalışıyor.

Hindistan’ın Pune şehrinde ziyaret ettiğim bir projenin çok özel koşulları, rastgele kontrollü denemeler yoluyla yapılan değerlendirmelerden vaz geçilmesine sebep oldu. Oxfam Avustralya, geçimini paçavraları ve geri dönüştürülebilecek diğer her şeyi toplamak için kasaba çöplüklerini karıştırarak sağlayan “paçavracı” kadınlara yardım ediyordu. Onları iş üzerinde görmek için çöplüğe gittiğimizde, çöplükteki aşırı güçlü koku, grubumuzdan bazılarını tüm ziyaret boyunca pencereleri kapattıkları arabaya geri çekilmeye zorladı.

Yine de paçavracılar, metal, cam, plastik ve hatta eski plastik poşetleri toplarlarken renkli sarilerini temiz ve parlak tutmayı başardıklarından, pisliğe dikkat çekici bir kontrast oluşturuyorlardı. Bir kilogram plastik için sadece bir rupi (yaklaşık üç sent) kazanıyorlardı. Kulağa kötü gelse de, daha önce “dokunulmazlar” olarak bilinen, Dalit kastından gelen bu paçavracılar, izole edilip aşağıların en aşağısı olarak hor görüldüklerinden, ekonomik olarak sömürüldüklerinden ve bulduklarını sattıkları alıcılar tarafından cinsel tacize uğradıklarından, bu önceki koşullarına göre bir iyileşmeydi.

Proje, varlığını Pune’daki bir üniversitede yetişkin eğitimi alanında öğretim elemanı olan Laxmi Narayan’a borçluydu. Kendisi paçavracılar için bir okuma yazma programı yürütüyordu, ancak okuma yazmayı öğrenmeye odaklanmadan önce pratik yardıma ihtiyaç duyduklarını fark etmişti. Kadınlara, daha iyi ücret talep etmelerini sağlayan ve onları tacizden koruyan Kayıtlı Paçavracılar Derneği’nde örgütlenmelerine yardımcı olmak için Oxfam’dan yardım istemiş ve almıştı.

Dernek, Pune Belediye Meclisini kadınların apartmanlara girmelerine izin verecek paçavracı kimlik kartlarını çıkarmaya ikna etmesiyle büyük bir gelişme yaşadı. Apartman sakinlerinden geri dönüştürülebilir malzemelerini ayırmaları istenmiş ve sonuç olarak birçok paçavracı temiz ve güvenli koşullarda çalışarak geri dönüştürülebilir malzemeleri doğrudan evlerden toplayabilir olmuştu. Diğerleri hala çöplükte çalışsa da en azından bazı yeni korumalardan yararlanabiliyorlardı.

Dernek, bir tasarruf planı ve bir mikrokredi tesisi işletmek gibi diğer görevleri de üstlenmeye başladı. Toplanan birikimlerden kazanılan faiz, üyelerin çocuklarına burs ve okul materyalleri sağlamak için kullanıldı. Çocuklar daha önceleri şehir çöplüklerinde anneleriyle çalışıyor olsalar da ben ziyaretim sırasında bununla hiç karşılaşmadım. Bana, paçavracıların çoğunun çocuklarının okula giderek annelerinin sahip olmadığı fırsatlardan yararlanabileceklerini fark ettikleri söylendi.

Pune’dan ayrılmadan önce paçavracıların yaşadıkları sıkışık ama düzenli semtte bir odada düzenlenen toplantılarına katıldım. Söylenen hiçbir şeyi anlayamadım ama geniş ve canlı bir katılım ortamı vardı. Toplantıdan sonra Narayan, kadınların Oxfam’ın onlara verdiği desteği çok takdir ettiklerini, ancak projenin hedeflerine ulaştığını ve Kayıtlı Paçavracılar Derneği’nin artık kendi kendini desteklediğini ve daha fazla desteğe ihtiyaç duymadıklarını söyledi.

Oxfam, doğrudan yardım projeleri yapmanın yanı sıra politika değişikliğinin de savunucusuydu ve bu politika değişimi girişimlerinin de rastgele kontrollü denemelere uygun olmayan spesifik koşulları olabiliyor. Oxfam’ın başarılı savunuculuk çabalarından ikisine bakmak, bu tür çabaların değerli olup olmadığına karar vermek için gerekenleri görmemizi sağlayacaktır.

Mozambik, %63’ü günlük 1,90 dolardan daha az gelirle geçinen 30 milyonluk bir nüfusa sahiptir. Özellikle kadınlar aşırı yoksulluk içinde yaşıyor ve geleneksel yasaya göre eğer bir kadının kocası ölürse, çiftin evi ve arazisi erkeğin ailesine gidiyor. Ailelerini terk eden babaların çocuklarına bakmak konusunda yasal bir yükümlülükleri yokken boşanmış kadınların mülkiyet hakları yoktur ve dullar gibi parasız kalarak genellikle dilencilik yapmaya zorlanırlar. 1990’larda Mozambikli kadınlar bu adaletsizlikleri bitirmek için bir koalisyon kurdular.

Oxfam, savunuculuk becerileri için teknik destek ve eğitim sağlarken ülkenin farklı yerlerinden kuruluşların bir araya gelip birlikte çalışmasına da yardımcı oldu. Değişime ihtiyaç konusunda halkın farkındalığını artırmaya yardımcı olmak için sadece televizyon, radyo ve gazeteleri değil, aynı zamanda okuyamayan veya radyo ve televizyona erişimi olmayan Mozambiklilere de ulaşmak için sokak tiyatrosunu da içeren bir medya kampanyasını destekledi. Kampanya, toplumun birçok kesiminden ve hükümetten destek kazandı. 2004 yılında, ulusal parlamento, erkeklerin çocuklarına hamile olan kadınları desteklemesini ve çocuk doğduğunda da nafaka ödemesini gerektiren yeni bir aile yasasını kabul etti. Yeni yasa ayrıca, geleneksel bir evlilikte bir yıl birlikte yaşadıktan sonra çiftin mülkleri üzerinde kadınlara haklar tanıdı. 2009’da aile içi şiddete karşı çıkan bir yasa da kadınlara ek haklar sağladı.

İlerici kanunlar tasarlamak bir şeydir, muhafazakâr erkek egemen bir kültürde bu kanunların uygulanmalarını sağlamaksa başka bir şey. Oxfam, kadınları yeni hakları konusunda bilgilendiren ve yerel polisi yeni yasaların uygulanmasının önemi konusunda eğiten Mozambikli kadın örgütlerine destek vermeye devam ediyor. Oxfam’ın çalışmasının etkisini ölçmek mümkün olmasa da projenin, bizim doğal kabul ettiğimiz temel haklarından mahrum bırakılan milyonlarca kadının hayatını iyileştirmeye katkıda bulunduğu görülmektedir.

Oxfam’ın diğer bir politika girişimi Gana’da gerçekleşmiştir. Burada petrol ve gaz tespit edildiğinde, hükümetin kasasına girecek yeni petrol gelirinin ne için kullanılacağı belirsizdi. Gana demokrasi ile yönetiliyor ve aktif bir sivil topluma sahip; bu nedenle Oxfam, petrol gelirleri için şeffaflık ve kamu hesap verilebilirliği talep eden grupları destekledi. Oxfam’ın ortakları, Gana’nın yoksul çiftçilerinin petrol gelirinden önemli bir pay almalarını sağlamak amacıyla “Tarım için Petrol” kampanyasını başlattı.

Kampanya başarılı oldu: 2014’te Gana, bütçesinin 116 milyon dolarını, yani hükümetin petrol gelirlerinin %15’ini tarıma ayırdı ve bunun çoğu küçük çiftçilere fayda sağlamak için “yoksulluk odaklı tarıma” yöneldi. Örneğin, petrol geliri, Gana’nın kurak kuzeydoğusundaki küçük arazileri işleyen 75 aileye su sağlayacak bir baraj inşa etmek için kullanıldı. O zamandan beri Oxfam, paranın nasıl harcandığını takip eden Ganalı kuruluşları desteklemeye devam ediyor.

Oxfam’ın bu konuya odaklanan çalışanlarının maaşları da dâhil olmak üzere bu kampanyaya yaptığı harcama, yerel gözetleme kuruluşlarına ödenen mütevazı meblağlarla birlikte 200.000 dolardan fazla değildir. Öyleyse, 200.000 dolar harcamanın en fakir Ganalı çiftçiler için sadece bir yılda 116 milyon dolarlık fayda sağladığını ve aynı ölçekte meblağların birkaç yıl boyunca akmaya devam ettiğini söyleyemez miyiz?

Durum böyle olabilir ancak hükümetin Oxfam’ın müdahalesi olmadan da aynı sonuca ulaşması mümkün olabilir. Yine de, ihtiyatlı bir şekilde, Oxfam’ın müdahalelerinin, petrol gelirinin önemli bir kısmının aşırı yoksulluk içindeki Ganalılara yardım etmek için harcanması olasılığını yalnızca %1 arttırdığını varsayalım. Bu durumda, Oxfam’ın eylemlerinin beklenen değeri, benzer maliyet/fayda oranlarının gelecek yıllarda da korunacağını düşünürsek, 116 milyon dolarda %1, yani 1,16 milyon dolardır. Bu yine de yatırım için dikkate değer bir getiri. Savunulan kampanyaların çoğu istenen sonucu vermede başarısız olsa bile (şu ana kadar ABD pamuk ödeneklerini sona erdirme kampanyaları başarısız oldu) bu kadar büyük bir kazanç pek çok kaybı karşılar.

Aşırı yoksulluk içindeki insanlara en iyi nasıl yardım edebileceğimiz hakkında öğrenecek çok şey var, ancak bilgimiz devamlı artıyor ve hatalarımız konusunda açık olursak bilgimiz artmaya devam edecektir. Bu bölümde, hükümet yardım politikalarındaki değişikliklerin büyük bir fark yaratabileceğini gördük: düşük gelirli ülkelerdeki yoksul köylü çiftçilerin önünü kesebilecek zengin üreticilere ödenek vermemek, yardımı yurt içinden satın almaya ve ardından bunları ulusal taşıyıcılarla ihraç etmeye koşullamamak ve bağışı bağışçı ülkenin ulusal siyasi çıkarlarını ilerletmek için kullanmamak yardımların başarılı olmasında önemli faktörlerdir. Hükümet bağışları aşırı yoksulluk içindeki insanlara yardım etmeye odaklandığında etkili olabilir ve üretkenliği artırmak için kullanılırsa büyük yardım akışlarının potansiyel Hollanda hastalığı tehlikesini nötrleyen ihracat artışını sağlayabilir. Bağış aynı zamanda kuruluşları geliştirmek için de değerli olabilir ve bağışları koşullandırmak bunu yapmanın meşru bir yoludur. Bağış, bir ülkenin bir iç çatışmadan sonra iyileşmesine yardımcı olmada önemli bir rol oynayabilir.

Devlet bağışı ile bireysel bağış arasında farklılıklar vardır. Bireyler olarak, nereye bağış yapacağımızı seçebilir ve bunu yaparken, etkili kuruluşların çalışmalarını büyütmelerinde önemli bir etkiye sahip olabiliriz.

Çözemediğimiz şey ise, özellikle ailelerimize karşı yükümlülüklerimiz varken ve genel olarak çok az ya da hiçbir şey bağışlamayan insanların arasında yaşarken ne kadar bağışlamamız gerektiğidir. O zaman şimdi, insan psikolojisi ve bağış üzerine sağlam bir temelle başladığımız etik sorulara dönmenin zamanı.

Kurtarabileceğin Hayat
Küresel Yoksulluğu Sona Erdirmek için Payına Düşeni Yapmanın Yolları

Yazar: Peter Singer
Türkçeye aktaran: Cansu İrem Meriç ve Efe Aytekin

Umut Güner

Tarihçi yazar Umut Güner, Ortaçağ Tarihi, Siyaset ve İktidar Felsefesi ile Politik Kuramlar alanlarında ihtisas çalışmaları yürütmektedir.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu